
“Bir yanı delikanlı, bir yanı solcu Kadir İnanır’ı çok sevdi, kahramanıydı.”
Kim bu?
“O gün evine çekinerek gittim. Bilirdim ki, yaman polemikçi. Sert adam.”
Kim bu?
“Marksizmin kütüphanesiydi evi, entelektüel dünyaya orada adım attım. Korkusuzluğun başkentiydi o konut, liman değil denizdi evi.”
Kim bu?
Tarikatı yoktu. Cemaati yoktu. İktidarlardan makam beklentisi yoktu. Yandaş yayın organlarından köşe yazarı olma beklentisi yoktu. Televizyonlara çıkayım, şöhret olayım beklentisi yoktu. Anma gecelerine, belgesellere bile katılmadı. Kültür Bakanlığı’nın verdiği plaket ve para ödülünü de Cumhurbaşkanı’nın verdiği ödülü de almaya gitmedi.
Kim bu?
Portreler…
Bu hafta sonu ağabeyim Soner Yalçın’ın Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan son kitabı “SOLCULAR”ı okudum. Şaşırdım!
Entelektüel bilgisine hem sohbetlerimizde hem yazılarından tanık olduğum Yalçın’ın “Edebi” anlamda kaleminin bu kadar kuvvetli olacağını düşünememişim. Sanki büyük şair Cemal Süreya’nın “99 Yüz/Portreler” kitabı elimde.
328 sayfada kimler yok ki!
Bir kez daha şaşırdım.
Çünkü; kitabın adı “solcular” ancak sağın/İslami kesimin aydınları da var: Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu. Soner Yalçın’a sordum: “Bu isimler de mi solcu?” Yanıtı netti: “Evet solcu onlar. Emperyalizme, neoliberalizme karşı dikler. Ezber bozmak gerekiyor.” Evet… “Solcular’da kendini anlatan” Soner Yalçın’la konuştum.

Peki kitabın adı neden “solcular”?
- Özellikle son yarım asırdır itibarsızlaştırmak istenen, karalanan, ‘modası geçti’ deyip küçültülen, korkutulup fısıltıyla konuşulan, alay edilen, bir büyük siyasi kavrama tekrar itibar kazandırmak, onu onurlandırmak istedim. ‘Demokrat’, ‘Özgürlükçü’, ‘Halkçı’, ‘Toplumcu’ değiliz, biz hepsiyiz, biz solcuyuz! Sol, yalnızca bir siyasal tutum değil, aynı zamanda bir düşünce biçimi. Bu değeri, muhalif ruhlar-bizim aydınlar üzerinden anlatıp, hak ettiği mertebeye yükselmek istedim.”
Kitabı okuyunca anlattığın solcuların “hedefe” ulaşamadığını görüyoruz. “Sol kaybetti” fikrine katılıyor musun?
- Elinizdeki kitapta anlatılan solcu aydınların hiçbiri siyasi ideallerini hayata geçiremedi. Ancak, bir düşüncenin gerçekleşmemiş oluşu, o fikrin yanlışlığının kanıtı değildir, bu sadece bir gecikme. Zamanla, gerçekleştirilmeyen düşünceler, eylemler mutlak yeniden hayata döner. Bu kitap insanı kazanmak, zamanın dönüştürüşünü hızlandırmak amacıyla kaleme alındı. Bir neslin yazgısı gelecek kuşakların yazgısı olmasın, dün ile köprü kurulsun istedim. İradesi zayıflatılan boyun eğen insana cesaret duygusu, mücadele ruhu aşılanmalı ve çeliğe su verilmeli. Korkusuz olmak öğrenilir, cesaret doğuştan gelmez. Siyasal düşüncenin, solculuğun öyküsünü bizim aydınlar. Üzerinden yazmak istedim: Haklılığın inadını sürdüren, sarsılmaz dürüst düşün insanlarını tanıtmaktan istedim... Hayatlarına yıldırımlar düşürülmesine rağmen hakikati savunan, kurulu düzene itaatsizleri tanıyın istedim. İşkencenin tüm aletleriyle acı çektirilmelerine rağmen, zalime tahammül göstermeyen, kulluk etmeyen, teslim olmayan, savrulmayan aydınları bilin istedim. Umutsuzluğu kimlik yapmayan, yalnız kalma pahasına haksızlığa karşı inatçı mücadelelerini öğrenin istedim.
Kitabı bir günde bitirdim. Kısa kısa portreler ama bütününe bakınca roman tadında. Çoğunu da tanımışsın.
- Sayfaları çevirdikçe okuyacaksınız, hiçbiri sıradan yaşamlar değil, ilhamını kendi yaratan yaşamlar. Onca sert sınavdan başarıyla geçen, yolunu sonsuzluğa açan, özgür düşünceli-coşkun entelektüeller. Sarsılmaz keskin görüşlü radikaller. Yıldızı görünmeyen kapkaranlık geceye yenilmeyenler... Hepsi ateşli ve cesur. Yön veren pusula. Nesnellik konusunda hep güçlü, hep ısrarcı. Biliyorlar ki “Bir yeryüzü çocuğu, ne kadar zor özgürleşirse, insanlığa o kadar güçlü dokunur.” Dünyaya düşmüş düşün havarilerini yazdım, yazdıkları kaderleri olan... Evet, tanıdığım-tanıştığım, boyun eğmez, “iyiyi” yaratmak, korumak isteyen aydınları yazdım. Hepsi hayatıma dokundu, öğretmenlerim oldu. Beni etkileyen zihinsel donanımlarını, karakterlerini, ruhlarını, dirençlerini görün istedim. Bu sağduyu kalelerinin bendeki intibasını paylaşmak istedim. Bugüne örnek olsun istedim, bilinsin sınırları aşan bu yiğit yaşamlar...
Yaşar Kemal’in kaçmasına şaşırdım
Dil anıtı Yaşar Kemal tüm eserlerinde bozulmayı, yozlaşmayı, çöküşü ve itibarıyla güzelliğin, iyiliğin, sevginin nasıl yitip gittiğini yazdı hep... Yaşar Kemal, karakter kuyumcusu; sadece insanın, kurumların çürüyüşünü yazmadı. Türk edebiyatında; dağları, ovaları, bataklıkları, ağaçları, otları, böcekleri, kuşları, köpekleri yani tüm doğayı romanlarında şiirsel dille anlatan pek yazar yok. Türk edebiyatında benim için eşsiz yazar Yaşar Kemal özellikle son yıllarda siyaset konusunda beni çok şaşırttı. “Tamam” dedi, söz verdi, en yakın iki arkadaşı sabahın erken saatinde evine geldi duruşmaya götürmek için! Gelmedi. Kaçtı. Kumpas davası Silivri duruşmasına gitmedi... Yaşar Kemal’in kişiliğine kızmış olabilirim ama yazdıklarına, Türk dilini kanatlandırıp coşturmasına, anlattığı insan hikâyelerine tek söz edemem, edebiyatçılığı en büyük ödüllere layık. Öyle büyüktü ki yazarlığı, Yaşar Kemal bile öldüremedi onu!
“Soner, bizim sol harekette hiç mi sağlam ayak yok!”
Herkes Ahmet Kaya’yı hâlâ bir o yana, bir bu yana çekiştirip duruyor. Her çevre kendi siyasi görüşüne “malzeme” kapma yarışında. Hele Ahmet Kaya’nın çocuksu, eğlenceli, şakacı yönü unutuldu. Hep asık suratla tartışılıyor. Kuşkusuz bunda yaşadığı acılı son sürecin ağırlığı var. Salt böyle bir Ahmet Kaya portresinin de haksız ve yanlış olacağını düşünüyorum. Fıkra anlatan, muhabbetine doyulmayan, keyifli yaşayan-yaşatan, şaşırtan, mizah yönü güçlü Büyük lafları başkalarına bırakıp, Ahmet Kaya’yla yaşadığımız bir-iki anıyı paylaşmak istiyorum: Solun tüm renklerini kapsayan günlük Aydınlık gazetesini çıkarıyoruz. Ahmet Kaya, gazete yararına konser vermek için Ankara’ya geldi. Gazeteyi ziyarete geldiğinde şair Metin Altıok ile paylaştığım odama geçtik. O gün Ankara büroda çalışan yazarlar da “Hoş geldin” demek için odaya gelmeye başladı. İlk gelen Attila Aşut’tu. Sonra Şükrü Günbulut geldi. “Hoş geldin Ahmet” deyip gittiler. Ahmet Kaya bir dönem Aydınlık hareketi içinde yer almıştı; Doğu Perinçek’i yakından tanıyordu. Doğu Perinçek’in bir ayağı çocuk felci (polio) hastalığı sebebiyle aksaktı. Attila Aşut ve Şükrü Günbulut’un da ayakları benzer nedenle aksaktı. Attila Aşut ve Şükrü Günbulut’la arka arkaya tanıştıktan sonra Ahmet Kaya bana döndü, gülümseyerek şöyle dedi: “Yahu Soner, bizim sol harekette hiç mi sağlam ayak yok!” Benim tanıdığım Ahmet Kaya buydu; daima espri üretirdi. Kuşkusuz söylediği şakanın değerli yazarları küstüreceğini düşünemezdi, ki o insanlar da öyle değildi, mizahtan anlarlardı...
Bahçeli, Sırrı’nın fotoğrafını neden okşadı?

Yarım asırlık arkadaşım Sırrı Süreyya Önder, parti disiplinine uyup bu konularda ayrıntı vermezdi ama kendisinin İstanbul dışından Bursa ya da Sakarya’dan milletvekili aday listesine konmak istenmesine tepki koyup, kapıyı çarpıp çıktığını öğrendim. Birileri Meclis’e girmesini istemiyordu. Niye? Oysa, Sırrı’nın başta Devlet Bahçeli olmak üzere diğer partiler ile iyi ilişkileri vardı. Kimseler bilmez yazayım: Devlet Bahçeli’nin üç koleksiyonu var: Otomobil, tesbih ve silah... Bahçeli, Belçika üretimi Browning marka tabanca kabzesi üzerine altın kakma inisiyalle “SS” harflerini yazdırıp Sırrı’ya hediye edecek kadar seviyordu. Sırrı vefat ettiğinde Meclis’teki anmada Bahçeli’nin Sırrı’nın fotoğrafını eliyle okşaması da nişane değil mi? Evet, birileri “milli çözüm sürecine” karşıydı ve bu sebeple Sırrı’nın Meclis’te olmasının önüne geçmek istiyordu!
Aziz Nesin’den neden azar işitti?

Yıl, 1993.
Her okur, nasıl kendini okur ise belki ben de kendimi yazdım, kim bilir... Zamanın bende hatıratı. Aziz Nesin Aydınlık gazetesinin başyazarı. Sivas Madımak Otel Katliamı’ndan sonra M. Ali Birand’ın 32. Gün programına röportaj verecek. Aydınlık Ankara büroda hazırlıklar yaptık. Dolmakalem tutkusu vardı, cebinde birkaç dolmakalem taşırdı. Birini çıkardı seslendi: “Soner Bey bir kâğıt verir misiniz, söyleyeceklerimi not edeyim.” A4 beyaz kâğıt getirdim, kâğıdı çevirdi baktı, iki tarafı da bembeyaz. O keskin bakışını bana çevirdi, “Babanın kâğıdı mı bu?” dedi, “Bana bir tarafı yazılmış kâğıt getirir misin, bu ne israf böyle!” Aziz Nesin benim için buydu; tutumluluk değildi bu, zamanımıza düşmüş öğretmen. Eski kitaplarının prova baskılarının arkalarını kullanırdı hep. Yetiştiği dönemin geleneğinde ekmek nimet, Allah kelimesinin yazıldığı kâğıt kutsaldı... Herkes “pinti” bildi ama pintileri hiç sevmedi, küçümsedi, acıdı onlara... Bu konuda hiç mütevazı değildi. Plansızlığı sevmezdi... Sadece hakikat konusunda karakterinin sertliği ortaya çıkardı. Yoksa, insani ilişkilerde sakladığı duygusal yanı vardı.
Yalçın Küçük’ün evi entelektüel karargahtı
Prof. Yalçın Küçük ile ne zaman tanıştım? Ki, ilk tanımam sanırım Türk aydınının düşünsel birikimini yazdığı Aydın Üzerine Tezler (1830-1980) kitabını okuyarak oldu. Yıl, 1984 idi. “Aydın mücadele etmezse aydın değildir.” Tanışmam ise şöyle oldu: Tarih, 6 Kasım 1986. 12 Eylül Darbesi karanlığı sürüyor. Ankara’da Hacettepe Üniversitesi öğrencisiyim, ağır baskı altındayız. İllegal yapı içindeyim ki, zaten bu üniversiteyi seçme sebebim örgütçülük... İdeallerimiz konusunda inatçıyım, engel tanımıyorum. Dört yandan duyulan acı içindeki çığlıklara nasıl sessiz kalınır ki... Bir avuç genciz, düş kırıklığı rehavetine kapılmayan... İlk eylemimiz, YÖK’ü protesto etmek için İzmir ve İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen öğrencileri ODTÜ önünde karşılamak. Yüz öğrenciden biriyim. TBMM Başkanı N. Karaduman’a üniversitelerden toplanan yedi bin imzalı dilekçeyi teslim edecektik. Polis izin vermedi, Ankara’ya sokmadı, çok arkadaşımızı gözaltına aldı... Ankara üniversitelerindeki hareketliliğin merkez mekânlarından biri Yalçın Küçük’ün ODTÜ yakınındaki Karakusunlar’daki eviydi... O dönem hayli yaygındı açlık grevi yapmak. Niçin yapılıyordu hatırlamıyorum, böyle bir eylem sırasında tanıştık Yalçın Küçük ile... Marksizmin kütüphanesiydi evi, entelektüel dünyaya orada adım attım. Korkusuzluğun başkentiydi o konut, liman değil denizdi evi.