Teşhis yanlış olunca ağır kriz yaşanıyor

Prof. Dr. Erinç Yeldan, enflasyonu en yoksul yüzde 10’luk kesim için yüzde 65.37, sonraki grupta yüzde 60.12, en zengin gelir grubunda ise yüzde 45.72 hesapladıklarını vurguladı

Prof. Dr. Erinç Yeldan, Şehriban Kıraç’a konuştu

ŞEHRİBAN KIRAÇ / NEFES

Kadir Has Üniversitesi Prof. Dr. Erinç Yeldan, sis perdesinin artık iktisadi öngörüleri ve tahminleri yetersiz kıldığını vurgulayarak, “Yıl sonu enflasyonu konusunda sadece ortalama tahminlerin ortalamasından bahsedebiliriz, bu da yüzde 30-35 bandı” dedi.

Her gelir grubunun kendi yaşamakta olduğu enflasyonun Türkiye ortalamasından olan sapmasını, hüsranla izlediğini ve enflasyonla mücadelede yalnızlığa itildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Erinç Yeldan ile Türkiye ekonomisini konuştuk.

MALİYETİ VATANDAŞA

* Asgari ücretlisinden, memura, emekliye kadar geniş halk kesimlerinde büyük bir gelir erimesi var, gidişatı nasıl görüyorsunuz?

Gerçekten de emeği ile geçinenlerin, vatandaşımızın yıllardır tecrübelerine kazanan çok yalın bir gerçek var. O da şu, “enflasyon” ve “hayat pahalılığı” farklı şeyler. Kuşkusuz ilintili ancak sonuçta farklı. Şöyle ki, enflasyon pazardaki mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artışı ifade ediyor. Ama “hayat pahalılığı” dediğinizde pazardaki ürünlerin fiyatları ile o ürünleri tüketen insanların gelirlerindeki değişimleri karşılaştırmaktasınız.

Fiyatların artış hızı gerilerken, vatandaşın gelirleri daha da hızla azalmaktaysa, o zaman hayat daha da pahalılaşıyor demektir. Ve bir genelleme yapmak pahasına, mevcut adına Ortodoks sıfatı yakıştırılan enflasyonu düşürme programının ana unsurlarından birisi de zaten budur: ücret maliyetlerini, emekli maaşlarını, sosyal yardım ödeneklerini vb vb düşürerek, hem bir yandan mal ve hizmetlere yönelik talebi düşürmek hem de kamu bütçesine olan yükü hafifletmek ve enflasyonist baskıları hafifletmek.

Bu tasarım, “kısa vadede enflasyonu düşürmenin maliyeti vatandaşa hayat pahalılığı olarak yansımaktadır; ama uzun dönemde düşük enflasyon, istikrarlı bir ekonomi, daha çok yatırım daha çok yeni iş sahası, daha verimli çalışan bir sanayi, daha çok ihracat, daha çok daha çok…” şeklinde savunulmakta.

Bu savunun birçok yanlışı, eksiği, anlamsızlığı var kuşkusuz. Öncelikle, enflasyonun gerçek nedenlerini basite indirgemekte, sadece bir talep sorunu, ya da girdi maliyetlerine veya bütçe açığının neden olduğu mali dengesizliklere dayalı bir “parasal” sorun olarak görmekte.

Hâlbuki ki, özellikle Türkiye benzeri gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan enflasyon biçimi sadece “parasal” özelliklere dayalı değil, bunların çok ötesinde yapısal nitelikli sorunlara, işgücü piyasalarındaki dengesizliklere, başta sanayi olmak üzere üretim sürecindeki tıkanıklıklara, dışa bağımlı ürün akımlarındaki tıkanıklıklara, döviz piyasasındaki dengesizliklere ve finans sisteminin reel ekonomiden kopuk, aşırı spekülatif ve kuralsızlaştırılmış biçimde işliyor olmasındaki istikrarsızlıklara dayalı olduğu bilinmekte.

Dolayısıyla Şimşek programının dayandırıldığı “Ortodoks” reçeteler aslında özü itibariyle parasal olmayan sorunlar kümesini sadece parasal tedbirlerle çözmeye çalışıyor. Teşhis ve tedavi yöntemleri yanlış olunca, sonuç da bilakis daha da ağırlaşmış bir ekonomik kriz oluyor.

DAR GELİRLİNİN ENFLASYONU YÜZDE 65.37

* ⁠Resmi rakamlara göre enflasyon düşüyor. Ancak hissedilen enflasyona bakılınca gerçekler hiç de öyle değil. Enflasyonda yıl sonu tahmininiz nedir, burada ne tür riskler görüyorsunuz?

Türkiye’nin yaşamakta olduğu enflasyonun bir de şu yönü var: enflasyonun gelir grupları açısından yaratmakta olduğu yıkım ve tahribatın boyutu farklılık gösteriyor. Yoksul ve zengin gelir gruplarının harcama ve tasarruf eğilimleri farklı yapıda ve dolayısıyla her kesim için gerçekleşmekte olan enflasyon oranlarında da farklılıklar doğurmakta. Her gelir grubu kendi yaşamakta olduğu enflasyonun Türkiye ortalamasından olan sapmasını, deyim yerindeyse, hüsranla izliyor ve enflasyonla mücadelede yalnızlığa itiliyor. Hani “ateş düştüğü yeri yakar” sözünde olduğu gibi.

Kadir Has Üniversitesinde asistan arkadaşım Bingül Satıoğlu ile birlikte bu konuda bir çalışmamız oldu. TÜİK verilerinden hareketle Türkiye’de farklı gelir gruplarının satın aldıkları malların fiyatlarına dayanarak yaşadıkları enflasyon düzeyini hesapladık. Veriler tamamen resmi veriler, bizim kendi derlediğimiz “gayrı resmi” veya bağımsız toplanmış veriler değil.

Örneğin, TÜİK tarafından 2024 Aralık ayı için hesaplanan yıl sonu ortalama enflasyon tahmini bilindiği üzere yüzde 44.85 idi. Gelir dilimlerine bağlı enflasyonlara baktığımızda ise hiçbirinin algıladığı enflasyonun bu orana denk düşmediğini görüyoruz. TÜİK’in ilan ettiği 12 mal ve hizmet grubunun ortalamasını gelir grupları için tek tek hesapladığımızda, 2024 yılı enflasyonu en yoksul yüzde 10’luk kesim için yüzde 65.37, sonraki grupta yüzde 60.12; en zengin gelir grubunda ise yüzde 45.72 olarak hesaplanmakta.

Her gelir grubu farklı bir enflasyona tabi olunca da kuşkusuz hiç kimse “ortalama” enflasyon rakamına itibar etmemekte. Çözüm? Beklentileri idareye çalışıp, insanları enflasyonun düşeceğine inandırmaktan öte, öncelikle gelirlerini korumaktan geçiyor. Bunun da bağış, ikramiye yoluyla değil, iş, istihdam, sosyal hizmet üzerinden sağlanıyor olmasının önemi açık.

ENFLASYONDA YÜZDE 30-35 BANDI

* Bu nereye kadar gidecek?

İktisadi tarihçe ne yazık ki bu konuda hep olumsuz senaryolarla dolu; Türkiye de bu acı tarihçenin ana merkezlerinden birisi olageldi. Burada bir tarih vermek, ya da yakın – orta döneme ilişkin rakamsal bir enflasyon tahmini yapmak çok güç.

Zira, adı üstünde, enflasyon dinamikleri belirsizlik demek, tekelci işletmelerin güç ilişkilerine dayalı fiyatlama davranışlarının körüklenmesi demek (ki buna Merkez Banka’mız fiyat davranışlarının bozulması” diye veciz bir teknik ifade icat etti), bütün bunlar fiyatlarda oynaklıklara, dengesizliklere neden oluyor ve bu sis perdesi artık iktisadi öngörülerimizi tahminlerimizi yetersiz kılıyor. Sadece ortalama tahminlerin ortalamasından bahsedebiliriz, bu da yüzde 30-35 bandı.

‘KİM İÇİN’ BÖLÜŞÜM SORUSU

* ⁠Sadece enflasyon indirmeye, kurları kontrol altında tutmaya dönük bir ekonomi politikası izleniyor. Faizler tekrar indirim patikasına girildi. İktidarın son dönemlerde uyguladığı ekonomi politikalarını nasıl görüyorsunuz, asıl atılması gereken adımlar nelerdir?

Daha önce de vurgulamaya çalıştığım üzere, özü itibariyle “parasal” nedenlerden ziyade reel ekonomideki istikrarsızlıklara, siyasi müdahalelere, hukukun tahribatından kaynaklanan toplumsal sorunlara dayalı enflasyonu, sadece “parasal” politikalarla –yani faiz oranını yükseltelim, döviz kurunu ucuzlatalım gibi, çözmeye çalışmaktayız. Bu da, bırakın enflasyonu düşürmeyi, sorunun gelir eşitsizliği ve istihdam sorunları olarak daha da derinleşmesine neden olmakta.

Zira, şimdi daha net ve sert bir vurgu yapmak durumundayım, aslında Şimşek’in programının da özü itibariyle “enflasyonu düşürmeyi değil”, enflasyon ve genel olarak ekonomik krize karşı finans sermayesinin, banka sermayesinin, yabancı “yatırımcının”, büyük sermaye şirketlerinin çıkarlarını, kârlarını, gelir akımlarını koruma programı olduğunu görüyoruz.

Bunu bu şekilde teslim etmeliyiz. Türkiye ekonomisinin sorunlarına ve “önerilen” çözüm yollarının niteliğine kim için? sorusunu sorarak bakmak zorundayız. Yoksa yapılan tüm analizler gerçek dışı ve sadece birer öyküden ibaret tatlı sohbet dizisi olarak kalacaktır. Bu yaklaşım, okurlarımızı belki rahatsız edecek ve “kaba” bulunacaktır; ancak yaşadığımız gerçekler bunlar.

“Kim için” bölüşüm sorusunu yanıtlamadan gerçek bir istikrar programı tasarlayamazsınız. Önceliğiniz emekçiler, emeği ile geçinenler, emekli vatandaşlar mı; finansal rantiye gelirleri üzerinden geçinen üst gelir sınıfları mı? sanayi mi? Finans mı? Şimdi öncelik finans kesiminde ve rant yaratımında. Bunu tüm resmi verilerden izlemek mümkün.

EN CAN YAKICI SORUN EŞİTSİZLİK

* Sizce şu anda Türkiye ekonomisinde yaşanan en can yakıcı üç sorun nedir, çözüm için neler önerirsiniz?

Tam da sohbetimizi bağladığımız yerdesiniz. Enflasyonun parasal bir mesele olmadığını ısrarla vurguladık. Hayat pahalılığı elbette çok önemli ve güncel. Ama bunlar, sizin de en can yakıcı diye ifade ettiğiniz reel sorunların bir tezahürü. Reel ekonomide yaşadığımız ekonomik tahribata yönelmeden, sadece parasal aletler ile sorunlarımıza çözüm üretemeyiz.

Bunların başında sanayimizin taşeronlaştırılmış, düşük teknolojili yapısı geliyor. Örneğin Türk sanayi mallarının ihracatının bileşimine baktığımızda yüksek ve orta yüksek teknolojili malların oranı sadece yüzde 5 civarında. Bu oranlar benzer konumdaki ülkeler grubunda, örneğin Tayland’da, Malezya’da, Brezilya’da bizden çok daha yüksek neredeyse yüzde 20-25 düzeyinde. Keza sanayide çalışanların bileşimi de bu doğrultuda. İstihdam edilenlerin sadece yüzde 3’ü yüksek teknolojili işlerde çalışıyor.

Toplam 4.7 milyon için 130 bin kişi!). Dolayısıyla, buradan hareketle işgücü piyasalarımızda istihdamın niteliği çoğunlukla kısa süreli, geçici ve güvencesiz diye nitelendirilen iş alanları. TÜİK ve ILO bu tür işgücü piyasalarında oluşan işsizliği “geniş tanımlı işsizlik” diye tanımlamakta. Türkiye’de bu oran yüzde 30’a ulaştı.

Kadın emekçilerde ise yüzde 40’ın üstünde. Gelir eşitsizliği, her anlamda cinsiyet farkı, etnik köken farkı, coğrafi konum, kırsal – kent, ayrımına dayalı eşitsizlikler birlikte Türkiye’nin bence en önemli yapısal sorunlarının başında geliyor. Sosyal dışlanmışlık, sosyal kutuplaşma ve otoriterleşme özlemleri hep bu kesimler arasında taraftar buluyor. Elit, eğitimli, uzman kesime beslene hınç neredeyse bir siyasal akım haline dönüşmüş durumda.

ÜRETİM KAYIPLARI KAT BE KAT ARTAR

* ⁠İklim krizi de başta tarım olmak üzere ekonomileri tehdit ediyor. Türkiye bu yıl ciddi kuraklık ve don felaketi ile karşılaştı. İklim felaketinin Türkiye'ye faturası ne olur bu konuda nasıl önlemler alınmalı

İklim krizi gerçekten de artık sadece küresel ısınma, buzulların erimesi sonucu deniz seviyesinin yükselmesi, yeni bakterilerin oluşması ve sağlık sorunlarının derinleşmesi gibi parça parça felaket senaryolarının çok üstünde, gezegenimizde canlı varlıkların topyekûn imhasına neden olabilecek boyutta bir krize dönüşmüş durumda. Bu yüzden iklim sorunlarına artık eko-sistemik kriz başlığı altında yaklaşılmakta.

Türkiye’de de kuraklık, aşırı ısınma ve hava olaylarının anormal gelişimi sorunları sıklıkla yaşanmakta. Sel felaketleri ile kuraklık; aşırı ısınmayla birlikte aşırı soğuma peş peşe meydana gelmekte. İklim bilimciler bu ani değişikliklere eko-sistemik krizin bir parçası olarak coğrafyamızdaki olumsuz değişiklikleri sorumlu tutmakta.

Söz konusu iklim krizinin ekonomimize olumsuz etkileri üzerine kapsamlı bir çalışma henüz yok. Ancak uluslararası düzeyde bağımsız tahminler mevcut. Örneği ILO’nun yaptığı çalışmalar, ısı stresine bağlı olarak yaşanacak işgücü kayıplarından kaynaklanan üretim kayıplarını 2030 yılında 2.5 trilyon dolar olarak duyurmakta.

Türkiye’nin de arasında bulunduğu yüksek-orta gelirli ülkeler grubunda bu kayıplar bölgesel gayrı safi hasılaların Yüzde 1’ine oluşabileceğini dile getiriyor. Bu sadece ısı stresinden kaynaklanacak kayıplar. Sağlık sorunları, kuraklık, don olaylarının yaratacağı muhtemel üretim kayıpları bunun kat kat üstünde tahmin edilebilir.

Türkiye yılda toplam 580 milyon tonluk sera gazı salımıyla dünya toplam emisyonlarının kabaca yüzde 1’inden sorumlu. Ayrıca Türkiye özellikle yenilenebilir enerji alanında rüzgar ve güneş kaynaklı enerji üretiminde çok hızlı bir gelişme gösterdi ve Avrupa’nın önemli yenilenebilir enerji üreten merkezlerinden biri haline dönüştü.

İleriye yönelik projeksiyonlarda bakanlığın yaptığı projeksiyonlar Türkiye’nin çelik sektöründe emisyonlarının 2040’a kadar yüzde 21, 2053’te de yüzde 99 azaltılacağını öngörüyor. Çimentoda bu tahminler sırasıyla, yüzde 29 ve yüzde 93; gübre sanayiinde 2053 için yüzde 100. Bunar çok iddialı hedefler.

Ne var ki bu hedeflere ulaşmak sadece finansal yatırım maliyetinin ötesinde söz konusu dönüşümün teknolojik altyapısının da kurgulanmasından geçiyor. Türkiye burada dışa bağımlı bir çevre ekonomisi görünümünde. Dünyada da rüzgar ve güneşe dayalı enerji dönüşümü için gerekli hammadde ve teknik teçhizatın ciddi bir jeopolitik rekabet içinde olduğunu ve bu rekabet içerisinde Türkiye’nin çok uzakta kaldığını gözlüyoruz. Bu bakımdan Türkiye’nin gerçekçi bir teknolojik planlamaya ve iklim değişikliği ile mücadelede ciddi bir söyleme ihtiyacı var.

Enflasyon
SON DAKİKA HABERLERİ
Sonraki Haber