TÜİK adeta patron gibi davranıyor
23 yıllık AKP döneminde emek kesimi açık ara en büyük kaybeden oldu. Prof. Dr. Aziz Çelik’e göre emekçiye sefalet zamları devam edecek. Enflasyonu düşürmenin faturası çalışanlara yükleniyor...
ŞEHRİBAN KIRAÇ / NEFES
Kocaeli Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Aziz Çelik, Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) bir enflasyon ölçme kurumundan, enflasyonla mücadele kurumuna dönüştüğünü vurgulayarak, "TÜİK, adeta en büyük işveren gibi tüm emek gelirlerini tespit ediyor ve ücret politikasının esasını belirliyor" dedi. Türkiye'nin bir asgari ücretliler toplumu haline geldiğini anlatan Prof. Dr. Aziz Çelik ile Türkiye emek cephesini konuştuk.
-Memur maaş zam sürecini düşününce hak kayıpları ve gelir erimesinin göz önüne alınmadığını çok net görüyoruz. Çıkan sonucu nasıl okumak gerekiyor? Burada konfederasyonların ne tür eksikleri var?
Kamu görevlileri toplu sözleşmesinde Hükümet, izlediği kemer sıkmaya dayalı ekonomi politikasının bir gereği olarak hedef enflasyona paralel bir maaş artışı dayattı. Burada bir sürpriz görmüyorum. Aynı politikayı asgari ücrette ve kamu işçileri toplu iş sözleşmesinde de uyguladılar. Sonuçta hem kamu görevlileri hem de onların emeklilerinin gelirlerinde ciddi bir erime yaşanacak. Bu sonucu kuşkusuz Hükümet dayattı ve Hakem Kurulu aracılığıyla kabul ettirdi. Ancak burada masadaki yetkili konfederasyon Memur-Sen’in önemli bir vebali var. Bilerek etkili ve birleşik bir eylem hattı örmediler. Hükümeti ve AKP’yi “üzmekten” özenle kaçındılar ve Hakem Kurulu’na katılarak bu sonucun çıkmasını sağladılar. Hakem Kurulu’na katılmasalardı konu 3-4 ay daha ülke gündeminde kalacaktı, toplumsallaşacaktı ve TBMM’ye gelecekti. Bu süreçte sendikaların daha etkili bir mücadele yürütmesi mümkün olacaktı. Hükümet ve parti güdümlü iki konfederasyon, Memur-Sen ve Kamu-Sen, 6.5 milyon memur ve emekliyi iki yıl boyunca Hükümetin insafına terk etti. Temel sorun, iki büyük memur konfederasyonunun Hükümet ile sembiyotik bir ilişki içinde olması; bağımsız ve özgür olmamalarıdır.
DÜŞÜK ÜCRET POLİTİKASI DEVAM EDECEK
-Hem temmuz ayındaki enflasyon farkına bağlı zamlar hem memur maaşına verilecek zam oranı, 2026’daki asgari ücret için de belirleyici olacak. Bu anlamda 2026’da milyonlarca çalışanı nasıl bir ücret politikası bekliyor? Emekçinin yoksullaşması nereye varacak?
Kemer sıkma politikasının özünü oluşturan hedef enflasyona ve
resmi enflasyon farkına dayalı düşük ücret ve maaş politikasının
2026’da da devam edeceğini düşünüyorum. Hükümet ortodoks liberal
bir ekonomi politikası izliyor. Buna devam edecekler. Ocak 2026’da
asgari ücret artışının, 2025’te olduğu gibi hedef enflasyon
civarında dayatılacağını tahmin ediyorum.
Emekçilerin kaybı sadece enflasyondan kaynaklanmıyor. Adaletsiz
vergi sistemi nedeniyle de büyük kayıplar yaşanıyor. İşçilerin
önemli bir bölümü şu anda yüzde 27’lik üçüncü vergi diliminde; Ekim
ayında yüzde 35’lik dilime girmiş olacaklar. Pek çok çalışanın
eline geçen net ücret, ocak ayından daha düşük çünkü büyük bir
vergi yükü söz konusu. Hükümet bu vergi politikasını bilerek
izliyor. Ücret gelirlerinden daha fazla vergi alınmasına yol açan
bir tarife dilimi ve istisna sistemi uyguluyor.
ÇALIŞANIN KAYBI 970 MİLYAR TL
-Yüksek enflasyonu düşününce ücretlerdeki erime devam ediyor. Yıl sonuna kadar asgari ücretlinin, emeklinin, memurun toplam ücret kaybı nereye varır?
DİSK-AR için yaptığımız hesaplamaya göre, yılın ilk 7 ayı itibarıyla sadece sigortalı işçilerde enflasyon nedeniyle yaşanan kayıp 525 milyar TL civarında. Buna vergi nedeniyle yaşanan kaybı da eklersek toplamda 970 milyar TL’ye ulaşıyor. Yıl sonuna kadar bu kayıplar, enflasyon oranlarına paralel olarak artacak. Buna memur emeklilerinin gelir erimesini de kattığımızda rakamlar daha da yükselecektir. Üstelik bu veriler sadece resmi enflasyona dayalı.
TÜİK giderek bir enflasyon ölçme kurumundan, enflasyonla mücadele kurumu haline dönüştü. TÜİK verilerinin sağlıklı olmadığını düşünüyorum. TÜİK, yargı kararlarına uymuyor ve enflasyon hesabına esas madde fiyat listesini açıklamıyor. Bu durum, TÜİK verilerini daha da şaibeli hale getiriyor. TÜİK, adeta en büyük işveren gibi tüm emek gelirlerini tespit ediyor ve ücret politikasının esasını belirliyor. Ücretleri ve diğer emek gelirlerini bastırıcı bir tutum içinde.
ASIL KAYBEDEN EMEKÇİLER
-AKP’nin 23 yıllık iktidarında çalışma yaşamı açısından nereden nereye geldik? Bu dönemin asıl kaybedeni kim oldu?
Bu dönemin asıl kaybedeni tek kelimeyle emektir. Bu sonucu anlamak için AKP’nin izlediği ekonomi politikalarına bakmak gerekir. AKP, ideolojik olarak kendisini muhafazakâr bir parti olarak tanımlasa da ekonomi politikaları çoğunlukla liberal ve yeni-liberal çizgidedir. Bu politikaları uzun yıllar Babacan ve Şimşek yürüttü.
Albayrak ve Nebati dönemlerinde de farklı araçlarla benzer sermaye yanlısı politikalar uygulandı. Enflasyonla büyüme olarak adlandırılabilecek bu politika, ciddi bir bölüşüm şokuna neden oldu. Şimşek döneminde ise enflasyonu düşürmenin faturası çalışanlara yükleniyor. Dolayısıyla bir ekonomi politikası bütünlüğü olduğunu söylemek mümkün.
Bu politikalar sonucunda emek kesimi açık ara en büyük kaybeden oldu. 23 yılın sonunda işçilerin yüzde 50’si asgari ücretli ve asgari ücret 22 bin TL civarında. Asgari ücretin kişi başına GSYH’ye oranı ciddi şekilde düştü. Bir “asgari ücretliler toplumu” haline geldik. Emekli aylıkları dibe vurdu. AKP’nin 2008’de yaptığı “sosyal güvenlik reformu” adeta bir karşı devrime dönüştü. Emekli aylıkları o kadar düştü ki, yama yapmak zorunda kaldılar. O yamayla birlikte en düşük emekli aylığı 16 bin 881 TL; ortalama emekli aylığı ise yaklaşık 20 bin TL. Kısacası ekonomik büyüme, geniş halk kesimlerine toplumsal refah olarak yansımadı.
İŞ GÜVENCESİ YOK
-Bunca hak kaybına, işçi çıkarmalara rağmen sendikalaşma oranları artmıyor. Türkiye’deki işçilerin ne kadarı sendikalı ne kadarı TİS hakkına sahip? Emekçiler örgütlenme konusunda neden çekinceli davranıyor?
Sendikalaşma oranları kâğıt üzerinde artıyor gibi görünüyor. 2023’te yüzde 9 olan sendikalaşma oranı şu anda yüzde 14 civarında. Ancak bu artışın temel nedeni, kamu taşeron işçilerinin sendikalaşması ve kadroya alınmalarıdır. Özel sektörde ise sendikalaşmada çok düşük ve yerinde sayıyor. Kamuda sendikalaşmanın önünde ciddi bir engel yok. Aksine, siyasi iktidar kendisine yakın sendikalara üye olunmasını teşvik ediyor. Örneğin, memurlar arasında Memur-Sen; işçi sendikacılığında ise Hak-İş’in üye sayısındaki astronomik artış, kamuda sendikalaşmanın arttığını gösteriyor.
2 milyon 429 bin sendikalı işçi var ancak bunun dağılımı dikkat çekici. 15.7 milyon özel sektör işçisinin yalnızca 1 milyon 75 bini (yüzde 6.8) sendikalıyken, 1 milyon 601 bin kamu işçisinin 1 milyon 210 bini (yüzde 76) sendikalıdır. Ancak toplu iş sözleşmesi kapsamındaki sendika üye sayısı 1 milyon 566 binde kalmaktadır. Bu nedenle gerçek sendikalaşma oranı yüzde 9’lara kadar düşmektedir. Bunun da büyük çoğunluğunun kamuda olduğunun altını çizmek gerekir.
Sendikalaşmanın özel sektörde çok düşük olmasının temel sebebi iş güvencesinin ve sendikal güvencelerin yetersizliğidir. İşçiler arasında sendikalaşma isteği var ancak büyük zorluklarla karşılaşıyorlar. İşverenler sendikalaşmaya engel oluyor; sendikaya üye olan işçiler işten çıkarılıyor. Yargı süreçleri uzun sürüyor. Etkin bir güvence ve işvereni caydırıcı yaptırımlar yok. İşverenler, anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkını parasıyla ortadan kaldırabiliyor. Emekçilerin çekinceli davranmasının temel sebebi, sendikalaşmanın yeterli güvencelere bağlı olmamasıdır.
SENDİKALAR BAŞARILI BİR ÖRGÜTLENME SINAVI VEREMİYOR
-İşçi sendikaları ve konfederasyonlara neler düşüyor? Başarılı bir örgütlenme sınavından geçiyorlar mı? Nasıl bir mücadele yöntemi geliştirilmeli?
Kamuda örgütlü sendikalar, Hükümetle aralarını bozmadan varlıklarını korumaya odaklanmış gibi görünüyor. Bu durum, sendikacılık açısından büyük bir açmazdır. Hükümet, kamuda örgütlü sendikaları adeta esir almış durumda.
Özel sektörde örgütlenmeye çalışan sendikalar ise büyük zorluklarla karşılaşıyor. Üyeleri işten atılıyor, direnişleri güvenlik güçlerince engelleniyor, yargı süreçlerinden etkili sonuçlar alınamıyor. İşçi sınıfının koşulları bu kadar ağırken sendikaların örgütlenmede başarılı olamadığı görülüyor. Bunun elbette sendikalardan kaynaklanan içsel nedenleri de var; fakat asıl nedenin anti-sendikal mevzuat ve uygulamalar olduğunu düşünüyorum. Sendikalar başarılı bir örgütlenme sınavı veremiyor. Bunun temel nedeni mücadeleci bir sendikal perspektife sahip olmamalarıdır.
İŞSİZLİK VE İFLASLAR ARTACAK
-Konkordatolar ve iflaslar artıyor. İşsizlikle ilgili öngörünüz nedir? Daha da artar mı?
Şimşek döneminde izlenen yüksek faiz politikasının bu sonucu doğurması kaçınılmazdı. Nebati döneminde ise düşük faiz ve yüksek enflasyon politikasıyla sermayenin önemli bir bölümü borçlarını ucuza kapattı. Ayrıca düşük faizle parası olan kesimlere kaynak aktarıldı. Bu politika tıkanınca, uzun süreli yüksek faiz politikası izlendi.
Yüksek faizin topluma faturası ise işsizlik ve iflaslardır. Bu nedenle bu politikalardan birini “irrasyonel”, diğerini “rasyonel” olarak değerlendirmek mümkün değildir. Türkiye şu anda yaklaşık 13 milyon geniş tanımlı işsize sahip. Dar tanımlı işsizlik yeniden artış eğiliminde. Bu nedenle, olası faiz indirimlerine rağmen ekonomide sıkışıklık sürecektir. Eğer talebi bu kadar kısıtlarsanız, ekonomi canlanmaz. Ekonomi canlanmazsa konkordato ve iflaslar artar. Bu ekonomi politikasının temel varsayımı hatalıdır. Talebi kısarak enflasyonu düşürmeye çalışmak, ortodoks liberal bir yaklaşımdır ve bedeli topluma yoksulluk ve işsizlik olarak döner. Bunun yerine, ücret artışına dayalı bir ekonomi politikası izlenmeliydi.
YENİ ÇALIŞMA BİÇİMLERİ YAYGINLAŞACAK
-Yeni dünyanın çalışma şekilleri değişiyor. Yapay zekâ ve esnek çalışma daha fazla hayatımıza giriyor. Çalışma hayatı açısından bizi nasıl bir dönem bekliyor?
Evet, çalışmanın şeklinde ciddi değişiklikler yaşanıyor.
Platform şirketleri ve yapay zekâya dayalı işler giderek artıyor.
Bu gelişmelerin bazı işleri ortadan kaldıracağı ve yeni çalışma
biçimlerini yaygınlaştıracağı açık. Örneğin, eskiden gazetelerde
musahhihler tarafından yapılan tashih işlemini artık yapay zekâ
programları yapıyor. Bu devasa dönüşümün örnekleri saymakla
bitmez.
Ancak çalışmanın biçimindeki bu değişim, çalışma ilişkilerinde aynı
ölçüde yaşanmıyor. Ücretli ve bağımlı çalışma ile güvencesiz
çalışma giderek yaygınlaşıyor. Bu değişiklikleri değerlendirirken
işin özünü unutmamak gerekir: işin özü çalışma ilişkileridir.
Çalışmanın biçimindeki değişiklikler, çalışma ilişkilerinin özünü yeterince değiştirmiyor. Örneğin, platform ekonomisi ve yapay zekâ, devasa bir teknolojik oligarşi yaratıyor. Birkaç büyük teknoloji devi tüm gücü elinde topluyor. Ciddi bir teknolojik emperyalizm ve oligarşi söz konusu.
Çalışmanın biçimindeki bu büyük değişiklikler elbette önemli, ancak çoğunlukla daha güvencesiz ve esnek çalışma biçimleri olarak karşımıza çıkıyor. Çalışma ilişkilerinde güvencesizlik ve belirsizlik artacak, asimetrik güç ilişkileri daha da derinleşecek. Bir tekno-feodalizmden ziyade, tekno-oligarşi ve dijital emperyalizmden söz etmek daha doğru. Dijitalleşme ve yapay zekâ, emek ile sermaye arasındaki ilişkileri demokratikleştirmek bir yana, daha da eşitsiz hale getiriyor. Farklı çalışma türlerinin tamamını daha bağımlı ve güvencesiz hale getiriyor.