Önceki gün ilk bölümünü paylaştığım emperyalizm-sömürgecilik ve ulus devlet konusuna kaldığımız yerden devam edelim…

Sömürgeciliğin ilk aşaması, bir yağma ve yok etme dönemiydi... Üstün “beyaz adam” müthiş bir saldırıyla dünya uygarlıklarını talan etti ve ortadan kaldırdı. Bu dönem hem zenginliklerin Avrupa’ya akarak sermaye birikimine dönüştüğü, hem de Batı’nın siyasi anlamda dünya egemenliğini ele geçirmeye başladığı dönemdi...

  1. yüzyıl başları ise kapitalizmin emperyalizm aşamasına eriştiği dönemdi. Doğal olarak paylaşım kavgalarının da yüzyılıydı... İkinci sömürgecilik dönemi öncelikle emperyalistlerin kendi aralarında hesaplaşmasını da beraberinde getirdi. Bu aynı zamanda Batılı ulus devletlerin gerici karaktere büründüğü , faşizm ve Nazizm gibi en ırkçı yönetim şekillerinin milliyetçilik adı altında alkışlandığı dönem olarak tarihe geçti...

Ama aynı süreçte, Batı emperyalizmine karşı milli kurtuluş savaşları da başlamıştı. İlk örnek ise Mustafa Kemal’in önderliğindeki Ulusal Kurtuluş savaşıydı. Doğu’dan Batı’ya tüm mazlum uluslar bu örnekle birlikte, “emperyalizmin de yenilebileceğini” gördü ve ulusal kurtuluş savaşları art arda patladı.

Aslında Batı’nın kendi dışında tüm uygarlıkları yok ederek bir yere varamayacağını ilk gören Amerika ve onun meşhur başkanı Wilson’du. O tarihlerden başlayarak yeni sömürge politikaları devreye sokuldu. Artık ezilen ulusların kültürlerine varıncaya dek yok etme politikasının yerini her etnik kimliğe özgürlük, özerklik, hatta devlet kurma hakkının tanınması politikası aldı! Wilson ünlü “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” prensibini ortaya koyduğunda Batı uluslaşma sürecini çoktan tamamlamıştı…

-Şimdi yapılması gereken, diğer ülkelerin güçlü bir uluslaşma yoluna girmelerini önlemekti!

İşbirlikçi hainler, ezilen halklar!

Yeni sömürgeciliğin ABD önderliğinde ve olanca ağırlığıyla gündeme sokulması ancak ikinci Dünya savaşı sonrasında mümkün olabildi. Emperyalistler artık doğrudan sömürgeleştirme, açıkça askeri güç kullanarak işgal etme modasının geçtiğini görüyordu. Artık moda halkların özgürlüğünü savunmaktı! İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgelere ulufe dağıtır gibi siyasi bağımsızlık dağıtıldığı dönemdi. Ama iki şartla:

-İşbirlikçi yönetimler ve ekonomik bağımlılık!

Peki, küreselleşme ne demek?. ABD’nin siyasi egemenliğinde, devleşen ve tekelleşen çokuluslu sermayenin dünyayı istediği gibi çekip çevirmesi, diğer bir anlatımla sömürmesi demek... Adı da hazır:

-Yeni Dünya İmparatorluğu!

Christian Science Monitor gazetesinde uzun yıllar önce yayımlanan Scoot Peterson imzalı yazı amaçlanan tek dünya devletini şöyle ilan ediyordu

-Terörle savaş sloganıyla etki alanı genişleyen ABD’nin tıpkı Roma ve Büyük Britanya imparatorlukları gibi dünya çapında yayılıyor!

Peki, ya ekonomik güç?. Tabii ki ABD desteğindeki devasa çokuluslu şirketler!.. Özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısında devleşen bu şirketler aynı zamanda tekelleşti!.. Bakın İgnacio Ramonet, “Geopolitique du chaos” kitabında ne diyordu:

“Uluslararası sermaye, hiçbir kamusal denetimin boyutlarına sığmayan bir güce erişmiştir. General Motors’un cirosu Danimarka’nın, Ford’unki Güney Afrika’nın, Toyota’nın ki Norveç’in gayrisafi yurtiçi hasılasını aşmıştır!..”

Dikkatinizi çekerim; söz konusu ülkeler, zavallı Asya ya da Afrika ülkeleri değildi! Sermaye inanılmaz bir hızla güçleniyor ve planlandığı gibi ulusal devletleri ortadan kaldırmanın ön hazırlıklarını yapıyordu…

-Bunun adı yeni emperyalizmdi!

Etnik ve mezhepsel parçalama!

Yeni emperyalizmin başlıca hedefi ise ulus devletlerdi!..

Wilson’un geçen yüzyılın başında ortaya attığı “her etnik kimliğe devlet” fikri, ince süzgeçlerden geçirilip, çokuluslu şirketlere gerekli teknolojik altyapıyı sağlayacak, yalnızca jandarma kuvvetlerine sahip “çağdaş kent devletleri” düşüncesine ulaşmıştı!

Bu düşünce yaşama geçirilebildiği taktirde örneğin İstanbul, İzmir, Antalya gibi gelişmiş şehirler, kuru kalabalıklardan arındırılmış “Kent devletleri” olarak Avrupa Birliği’ne hemen üye olabilirlerdi!

Ulusal devletlerin ortadan kaldırılmasının bir başka yaşamsal sonucu da demokrasinin rafa kaldırılmasıydı… Profesör Alpaslan Işıklı, yıllar önce olacakları gayet net biçimde özetliyordu:

“Ulusal devlet ortadan kaldırılırken yerine konulmak istenen, uluslararası düzeyde demokrasi değil, uluslararası totalitarizmdir, bir başka deyişle Yeni Dünya İmparatorluğudur!”

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte dünya devleti hülyası “Yeni Dünya Düzeni” başlığıyla inşa edilmeye başlandı!

Çok açık değil mi?!.. ABD’nin siyasal ve bir avuç şirketin ekonomik egemenliğinde egemenliğinde köleleşmiş bir dünya istiyorlardı! Ancak olmadı, yapamadılar…

-Çünkü bu çılgınlığın karşısındaki en büyük, hatta biricik engel olan ulus devletleri yıkamadılar!

Bugün, ilerici olmak, solcu olmak demek, ulusal devleti savunmak demek, yani ulusalcılık demek... Yeni emperyalizmle birlikte soldan sağa her renkte işbirlikçiliğe karşı en ağır, en olumsuz koşullarda savaş veren ulusalcı sol güçlerin ortak paydası ise gayet açık:

-Yurtseverlik...

İki yiğit gazeteci

Murat Ağırel, Timur Soykan…

İkisini de uzun yıllardır tanırım: Mustafa Balbay’ın sözleriyle “Gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmayan” iki yiğit gazetecidir… Çetelerin, hırsız, uğursuz takımının korkulu rüyası hatta kabusudurlar…

Yine bir sabah vakti, evlerinden alındılar, önce emniyet ardından tutuklanma istemiyle adliyeye sevk edildiler. Niçin peki? Yalnızca ve yalnızca habercilik yaptıkları için! Nöbetçi hakim adli kontrol şartıyla serbest bıraktı… Buna bile sevinir hale geldik, iyi mi!

-İkinizi de kucaklıyorum sevgili kardeşlerim…