Geçtiğimiz günlerde İYİ Parti Milletvekili Turhan Çömez, Mersin’de pazara çıktı. Yanına yaklaşan yaşlı bir adamla sohbet etti. Bu sohbet bugünkü
NEFES’in manşetinde yer aldı... Sıradan bir pazar muhabbeti gibi görünen bu konuşma, aslında Türkiye’nin içine düştüğü ekonomik ve sosyal tablonun en yalın özeti oldu.

“Ne yapıyorsun pazarda?” diye soruyor Çömez. Adam, 65 yaşında olduğunu söylüyor. Emekli. Ama geçim derdi onu pazarda tezgâh açmaya mecbur bırakmış. 18 bin lira emekli maaşı alıyor. Bunun yarısından fazlasını kiraya veriyor, elinde neredeyse hiçbir şey kalmıyor.

Bir de çocukları var. Ankara’da üniversitede okuyan iki evladı. Onları okutabilmek için pazarda ayran ve simit satıyor. Elinden gelen tek çare bu. Ama mesele sadece ekonomik sıkıntı değil; adam aynı zamanda diyaliz hastası. Haftada üç gün makineye bağlı kalıyor. Tedaviden çıkar çıkmaz soluğu pazarda alıyor. Çocuklarının geleceği için, biraz olsun geçim sağlamak için.

Turhan Çömez, bu manzarayı görünce dayanamadı:

“Türkiye’nin gerçek tablosu işte budur” dedi. “Çalıp çırpanlara, halktan kopanlara Mersin Pazarı’ndan mesajım var: Gelin görün, milletin hali bu. Türkiye’nin esas gündemi işte burada yatıyor.”

Sokaktaki Çığlık

Emekliler açlık sınırında yaşıyor. Üniversite okuyan gençlerin yükünü babalar, anneler canını dişine takarak taşımaya çalışıyor. Bir yanda haftada üç kez diyalize giren bir baba, diğer yanda kiraya giden maaş, satılan ayranlar, meyve suları.

Bu hikâye sadece Mersin’e değil, tüm Türkiye’ye ait. Sokağa çıktığınızda yüzlerce benzer hikâye bulmak mümkün. Ama ülkenin gündemi ne yazık ki çoğu zaman bambaşka konularla dolduruluyor.

Türkiye’nin gerçek gündemi; mutfaktaki yangındır, pazardaki feryattır, diyalizden çıkıp tezgâh başına koşan emeklilerin çaresizliğidir.

Ve bu ses, artık duyulmak zorunda.

Pazardan yükselen çığlık! - Resim : 1

HALKIN SÖZÜ: Ankara duysun bu sesi!

Demek ki oluyormuş

Bak hele… Ali Erbaş gitti, yerine Prof. Dr. Safi Arpaguş geldi. Daha koltuğa oturur oturmaz makam odasının kokusu bile değişti. Yeni Diyanet İşleri Başkanı, “Ben Mercedes’e binmem, TOGG yeter” dedi. Koruma ordusunu da altıdan ikiye indirdi. Yani demek ki oluyormuş!

Ali Erbaş yıllarca Mercedes’ten inmedi, altı korumayla gezdi. Hep “devletin itibarı” diye savunuldu. Oysa gördük ki aslında milletin sırtına yükten başka bir şey değilmiş. Devletin itibarı halkın cebinde, halkın duasında saklıymış; gösterişli arabada, şatafatlı konvoyda değil.

Şimdi Safi Arpaguş dedi ki: “TOGG’a binerim, iki korumayla da gezerim.” Ne oldu? Ne itibar kayboldu, ne devlet çöktü, ne de milletin dini zedelendi. Tam tersi, halkın gözüne girildi. Çünkü bu milletin istediği şey çok basit: “Bizim paramızı çarçur etme!”

Demek ki oluyormuş. Lüks yerine mütevazılık, şatafat yerine sade yaşam mümkünmüş. Yeter ki koltuğa oturanlar gerçekten halkı düşünsün, lafla değil icraatla örnek olsun. Çünkü bu millet artık sadece vaaz değil, yaşayan örnek görmek istiyor.

Pazardan yükselen çığlık! - Resim : 2

HALKIN SÖZÜ: İnşallah böyle devam eder

Taksici turistten 400 bin TL almış

Taksi meselesi bu ülkede artık bir ulaşım değil, bir güvenlik sorunu haline geldi. UKOME toplantısında ortaya çıkan tablo insanın kanını donduruyor: Bir taksici, turisti 400 bin lira tokatlamış. Yanlış duymadınız, dört yüz bin lira!

Bu artık “yol uzattı, beş on lira fazla aldı” değil; düpedüz gasp, hırsızlık, dolandırıcılık. Ve biz hâlâ buna “taksicilik sorunu” diyoruz. Yok öyle yağma. Bunun adı düpedüz suçtur. Adamın ruhsatını iptal etmek yetmez, savcılığın kapısını aşındırması lazım. Çünkü bu yapılan, gasp ile kapkaç arasında incecik bir fark.

Bir de işin başka yüzü var: Turiste 400 bin lira çeken, yerliye ne yapmıyor? Yabancıya fahiş fiyat uygulayan, vatandaşı da yağlı müşteri görüyor. Bu yüzden insanlar taksiye binmekten korkuyor, binince de taksimetre değil kumar makinesi çalışıyor.

Yıllardır “İstanbul’da taksi krizi var” deniyor. Kriz falan yok; ortada denetimsizlik, kayırma ve bir türlü kökten çözülmeyen mafyatik bir düzen var. Birkaç ruhsat iptaliyle vitrin süslemekle de iş çözülmez.

İstanbul’da taksiye binmek, adeta Rus ruleti gibi. Ya düzgün birine denk gelirsin ya da cüzdanını kaptırırsın. Bu işin çözümü belli: Denetim sıkı olacak, hırsızlık yapanın sadece ruhsatı değil mesleğe geri dönüşü de imkânsız olacak. Aksi halde her gün bir başka turisti, yarın da seni beni soyacaklar.

Pazardan yükselen çığlık! - Resim : 3

HALKIN SÖZÜ: Bu resmen soygun

Yabancıya bedava bize parayla!

Memlekete bak… Bizim köprüden, otoyoldan, tünelden geçiyorsun; “HGS’n yoksa ceza, OGS’n eksikse faiz, bakiyen bitti mi katlamalı tarife”. Yani yerli vatandaşa milim sapma yok. Ama iş yabancı plakalı arabaya gelince? Sayıştay raporlamış: Latin harfi olmayan plakalar sistemde tanınmıyor, ne geçiş ücreti kesilebiliyor ne de ceza. Yani adam yolu beleşe kullanıyor, arkasında bir kuruş bırakmadan basıp gidiyor.

Şimdi soruyorum: Bu nasıl adalet? Bizim çiftçi mazotun litresine 50 lira öderken, minibüsçü köprü parası için gece gündüz çalışırken, Bulgar’ın, Rus’un, Gürcü’nün arabası yolun kralı olmuş! Ne ücret var, ne ceza!

Hani “milli gelir artıyor”, “yatırım çekiyoruz” masalı anlatıyordunuz ya… Demek yatırım böyle oluyormuş: Yol yapıyorsun, parasını vatandaş ödüyor; işletmesini yandaşa veriyorsun, gelirini garanti ediyorsun; yabancı plakalıya da “buyur kardeşim, geç, keyfine bak” diyorsun.

Bu işin daha komiği ne biliyor musun? Bu araçların geçişleri kayıt altına alınmış. Yani devlet biliyor kim geçtiğini. Ama ceza yazamıyor. Niye? Çünkü sistem Latin harfini tanıyor, diğerlerini tanımıyor. Yahu yazılım dediğin şey güncellenmez mi? Bilgisayara ‘ö’ ‘ş’ koyuyorsun da, ‘Ж’ ‘Д’ koyamıyor musun? Yoksa işin işine gelmiyor mu?

Vatandaşa SMS üstüne SMS yollayan devlet, yabancıya sıra gelince sus-pus. Kusura bakmayın ama bu düpedüz “yabancıya serbest, vatandaşa zulüm” düzenidir.

Pazardan yükselen çığlık! - Resim : 4

HALKIN SÖZÜ: Olan hep bize oluyor