Osmanlı son dönem münevverlerini derinden etkileyen Fransız düşün insanı E. Durkheim (1858-1917) oldu.
Bireyden çok toplumculuk anlayışı, Osmanlı’nın dağılma sürecinde “birliği koruma” arayışıyla örtüştü.
Parçalanmayı önlemenin yolu Durkheim’in ileri sürdüğü “dayanışmacılık” idi. Toplumu bir arada tutan kanun ya da baskı değil, insanların birbirine olan bağlılığı: “Ben” yerine “biz” duygusu…
Durkheim’e göre modern toplumda birlik; aynı olmakla değil, farklı olup birbirine bağlı olmakla sağlanırdı.
Yani; herkes aynı düşünmek zorunda değil, ama herkes toplumun parçası olmak zorundaydı…
Dayanışma olmazsa ne olurdu? Durkheim buna “anomi” dedi: Kuralsızlık, güvensizlik sonucu toplumsal çözülmeyle insan yalnızlaşır ve toplum dağılırdı…
Osmanlı münevverleri, Durkheim’i devleti ve toplumu ayakta tutacak bir “reçete” gibi gördü. Çünkü: Devlet sadece askeri veya idari olarak çökmüyordu; asıl sorun toplumsal bağların kopmasıydı.
Ülkedeki “ortak kader” duygusu zayıflamıştı. Bireysel çıkarları değil, toplumsal bütünlüğü esas almak elzemdi…
Peki, Durkheim’e dört elle sarılan Osmanlı münevveri dağılmanın önüne neden set çekemedi?
Cumhuriyet de başarısız
Durkheim’in dayanışmacı birlik anlayışı Osmanlı için neden yeterli olmadı? Hangi noktalarda Osmanlı gerçekliğiyle çatıştı?
Öncelikle, toplumsal dayanışma için zaman yoktu! Durkheimci dayanışma uzun vadede oluşur. Ortak ahlâk, eğitim ve meslek düzeni ister.
Mesela: Din, parçalanmanın değil, birliğin zemini olarak değerlendirilirken, Arnavutlardan Araplara kadar inanç, ayrılığın aracı kılındı. İslam bile, “çimento” olmadı. Aksine birleştirmekten çok ayrıştırmaya araç yapıldı.
Keza: Eğitim, ne bilgi aktardı ne de toplumsal ahlâk üretti. Vs.
Sonuçta Osmanlı, savaş, isyan, dış müdahale, ekonomik çöküş
içindeydi. Teori vardı, ama toplumsal yapının maddi koşulları yoktu…
Peki, gerek Durkheim ve gerekse Osmanlı münevverlerinin “hasta adama reçete” konusunda hataları yok muydu?
Durkheim, görece homojen toplumlar için tez hazırladı. Ancak Osmanlı, dil, din, etnik yapı bakımından son derece parçalıydı.
İtaatin-kulluğun egemen olduğu zora dayalı bu ülkede; devlet-birey-toplum ilişkisi çarçabuk kurulamadı.
Osmanlı’yı parçalanmaktan kurtaramayan “Durkheim mirası” Cumhuriyet’e nasıl aktarıldı?
Cumhuriyet, bireyden çok toplumu-milleti önceledi.
Okullar, bilgi ve ortak kimlik üretti.
Din, siyasetten ayrıldı, toplumsal ahlâk korunmak istendi. Vs.
Peki, Cumhuriyet, Durkheimci anlayışta başarılı oldu mu?
Toprak kaybını durdurdu.
Toplumsal çöküşü durdurdu.
Eğitim, hukuk, dil gibi kültürel ayrışmayı durdurdu.
Modern toplum için modern kurumlar inşa etti. Vs.
Ancak “dayanışma” içselleşmesi dayatıldı. Toplum “ahlakla” değil, “devletle” bir arada tutuldu.
Ekonomik eşitsizlikler, bölgesel farklar, emek-sermaye çatışması, “kültürel farklar”, “cehalet”, “geri kalmışlık” diye açıklandı.
Bugünkü ülke gerçeğine baktığınızda da; güvensizlik, kutuplaşma, ortak “biz” duygusunun zayıflığı görülüyor.
Teoride “dayanışmacı” görülen muhafazakâr iktidarlar ne ortak ahlakı ve ne de gelir dağılımı adaletini inşa etti.
Durkheim, Cumhuriyet için de “tedavi edici reçeteyi” sunamamış oldu!
Bitmedi:
AKP’nin Durkheimci dili
Celestin Bougle (1870-1940), Durkheim’in öğrencisiydi. Osmanlı’da yayınlanan ilk sosyoloji kitabının yazarıydı. Kitabı, (o dönem Türkçü olup gelecekte Türkiye Komünist Partisi kurucu başkanı olacak) Mustafa Suphi 1911’de Türkçeye çevirdi: İlm-i İctimai (Sosyoloji) Nedir?
Komünist Mustafa Suphi, Türkçü olup Durkheim’i savunan Mustafa Suphi’den yolunu nasıl ayrıldı? Araya K. Marks girdi!
Marks ile Durkheim farkı neydi? Fark; toplumu nasıl gördükleri, sorunu nerede aradıkları ve çözümü nasıl düşündükleri noktasında oldu.
Marks, toplumsal yapıyı çatışma alanı, dayanışmayı ideolojik örtü ve devleti egemen sınıfın baskı aracı olarak gördü.
Mesela krizlerin nedenlerini Marks, kapitalist üretim ilişkileriyle açıkladı. Toplumsal değişim, eğitim-ahlak ile olmaz ancak mülkiyet ilişkilerinin değişmesi ile mümkün olurdu. Vs.
Sonuçta Durkheim toplumu ayakta tutmak istedi, Marks ise toplumu dönüştürmek istedi…
Sömürü düzenini yıkmak isteyen Marks devrimciydi. Ki kimileri Marks’ı; “o bireyci değil toplumcu” gibi sunup Durkheimci olduğunu öne sürerek “zararsız” hale getirmek istedi! Bu sebeple: Gerek Osmanlı münevverleri gerekse Cumhuriyet aydınları Marks’ın, sınıf mücadelesi-sömürü teorilerini geri plana itti.
Ya bugün?
AKP, Durkheimci söylemi sık kullanan; ancak dayanışmayı içselleştirilmiş ahlaki bağlar yerine, siyasal güç ve sadakat üzerinden kurmaya çalışan bir iktidar... Bu nedenle ortak ahlak dayatması, zora dayalı dayanışma ve inanç temelli birlik arayışı toplumun tamamında karşılık bulmamakta, ülke kutuplaşmakta… Devlet ise giderek “tarafsız hakem” olarak algılanmamakta... Öcalan da Marks’a değil “Durkheim’in ipine” sarılmakta!