Meclis’te yine menü değişti, ama bu sefer tariflerde değil, fiyatlarda. Çorba 23 lira, cacık 15 lira, enginar 82 lira, etli yemekler 100 liraya dayanmış. İlk bakışta “Aaa orada da zam olmuş” diyorsun. Ama dur bir dakika…
Sen pazara gidiyorsun; domates olmuş 40 lira, biber 60. Kasaba uğruyorsun; kıyma 700 lira, kuşbaşı 750’e dayanmış. Çocuğa okulda tost aldırıyorsun, 50 liradan aşağı çıkmıyor. Bir simit-çay ikilisini bile artık 30 liraya bulamaz hale geldin. Sonra Meclis’in lokantasına bakıyorsun: Çorba 23 lira! Cacık 15 lira!
Halkın lokantasında bu fiyatlar olsa, kapıda kuyruğun ucu Kızılay’a kadar uzardı. Ama orası “halk” lokantası değil, milletin vekillerinin karnını doyurduğu yer. Yani bizim vergilerle ayakta duran bir mutfak.
Üstelik bu zamların öncesinde, orada çorba 10 liraydı, ana yemek 50 lirayı bulmazdı. Memlekette enflasyon yüzde 70-80 iken, Meclis lokantasında fiyatlar neredeyse “nostaljik” kalıyordu. Millet pazarda kilo hesabı yaparken, vekil lokantada üç kap yemeği öğrenci yemekhanesi fiyatına götürüyordu. Şimdi zam geldi diye şikâyet mi edeceğiz? Aslında değil… Yine halkın sofrasına göre hâlâ ucuz.
Asıl mesele şu: Bu ülkede vekil de aynı enflasyonu hissetmeli, aynı acıyı tatmalı. Çorbanın fiyatı Meclis’te 23 lira olunca “zam geldi” diye haber oluyor. Ama halk 120 liraya menemen yiyince kimse haber yapmıyor. İşte adalet tam burada saklanıyor.
Çözüm basit: Meclis lokantasındaki fiyatı halkın lokantalarına indir, bakalım herkes doyuyor mu? Yoksa halkın mutfağını Meclis fiyatlarına çek, görün bakalım kim aç kalıyor.
HALKIN SÖZÜ: Mesele sofradaki adalet
Vatandaşın çorbası da kredi kartıyla kaynıyor

Ağustos ayının bilançosu açıklandı: kredi kartı, banka kartı, ön ödemeli kart… Ne varsa cüzdanda, hepsi çalıştırılmış. Geçen yılın aynı ayına göre ödemeler yüzde 51 artmış, toplam rakam 2 trilyon 146,3 milyar lira. Rakamı yazarken bile elim titriyor, çünkü bu para millete refah getiren bir büyüme değil, “borcu borçla kapatma” büyümesi.
Eskiden cüzdanda nakit olurdu, bozuk para ses çıkartırdı. Şimdi kartın bip sesi var. Kasada “nakit mi kart mı?” diye sorulmaz bile. Çünkü cebinde nakit taşımak artık imkânsız. İnsanlar pazarda bile kredi kartıyla patlıcan alıyor. Bu artışın sebebi bolluk değil, tam tersi: geçim derdi.
Millet maaşı almadan kart limitini dolduruyor. Maaş günü gelince kart borcuna yatıyor, sonra ay yine başa sarıyor. Bir sonraki ay borcu kapatmak için başka bankanın kartına abanıyor. Hani eskiden “kartopu etkisi” diye bir tabir vardı ya; bizdeki kartların hepsi birleşip “borç çığı”na dönüştü.
Ekonomi yönetenler bu rakamı büyüme göstergesi diye sunabilir. “Bakın ne güzel, ticaret dönüyor” diyebilirler. Ama işin aslı şu: millet boğazına kadar borca batmış, dönüp dolaşıp kartla nefes almaya çalışıyor. Alışveriş artıyor çünkü fiyatlar artıyor. Markete girip üç parça şey aldığında bile kartın ciyaklıyor. Kartların limitleri yükseliyor, borçlar katlanıyor, alım gücü yerle bir oluyor. Bu işin sonu, kart değil kefen faturasına kadar dayanırsa şaşırmayın.
HALKIN SÖZÜ: İyi ki kredi kartları var
‘Ak teneke’ dediler diye hocaları yediler

Hacettepe Konservatuvarı’nda yaşananlar aslında bir okul meselesi değil, koca bir sanat ikliminin boğulma meselesi. Devlet Tiyatroları’nda sahneye çıkan, yıllarını sanatına vermiş isimler bir sabah uyanıyor: “Ders verme izinleriniz yenilenmedi.” Sebep? Söylenenlere göre siyaset. “Şu belediyeyle çalışıyor, bu şunu dedi, bana da hakaret etti…”
Şimdi düşün: Tiyatro bölümü gibi bir yerde, yani sanatın en özgür alanında, hoca seçimini yetenek, bilgi, birikim değil; kimin hangi belediyeyle çalıştığı, kime ne dediği belirliyorsa orada tiyatro değil, meddahlık kalır.
Tamer Karadağlı meselesine gelelim. Kendisi yıllarca televizyon dizilerinde rol aldı, tanındı, bilindi. Ancak işin ironisi şurada: Girmeye hak kazanamadığı bir kurumun en tepesine “atanarak” geldi. Hakkıyla sınavı geçemediğin yere, siyasi iradenin eliyle oturuyorsan, orada hocaların muhalifliği seni rahatsız eder tabii. Çünkü hakla geleni değil, torpille geleni rahatsız eden şey liyakattir.
Sanat, eleştiriyle büyür. Yönetmeni eleştirirsin, oyuncuyu eleştirirsin, devleti de eleştirirsin. “Bana ak teneke dediler” diye kızıp, okuldaki hocaların işine son vermek sanatın doğasına da ihanettir.
Hacettepe Konservatuvarı, Türkiye’nin tiyatro belleğinde özel bir yere sahiptir. Bugün oradan mezun olmuş yüzlerce oyuncu, sahnelerde nefes veriyor. Eğer orası “siyasete göre şekillenecek” hale gelirse, yarının sanatçısı değil, yarının memuru yetişir.
HALKIN SÖZÜ: Perdeler kararıyor
Bunun adı eşek şakası

Bursa’da yaşanan olay tam anlamıyla “Allah korudu” dedirtecek cinsten. İki öğrenci metro peronunda şakalaşıyor, o sırada yanlarından geçen 60 yaşındaki Abdulkadir Kavaklıgilü’ne çarpıyorlar. Adamcağız dengesini kaybedip raylara düşüyor. Metro ise yaklaşmakta! Birkaç saniyelik fren mucizesiyle tren duruyor ve Kavaklıgil ölümden kıl payı kurtuluyor.
Şimdi soralım: Bu olay “çocukluk, gençlik heyecanı, şaka” diye geçiştirilecek kadar basit mi? Değil. Çünkü bu “şaka” ile bir insan ölebilirdi. İstasyon kalabalık, raylar saniyelerle yarışılan bir alan. Orada yapılacak her sorumsuz hareket sadece sizi değil, başkasını da mezara gönderebilir.
Bizde maalesef “şakalaşıyorduk abi” bahanesi her türlü densizliği meşrulaştırıyor. Metroda, trafikte, iş yerinde, sokakta… Oysa şaka, gülmek içindir; kimsenin canını riske atmak için değil. Hele hele kamuya açık, ölüm tehlikesi olan bir yerde asla olmaz.
Burada sadece gençlerin değil, güvenlik önlemlerinin de sorgulanması gerek. Peronlarda bariyerler, sensörlü kapılar neden hâlâ yok? Dünyanın birçok kentinde tren gelene kadar yolcunun raylara inmesi zaten imkânsız. Bizde ise hâlâ “şaka” uğruna insanlar raylarda ölümle burun buruna geliyor.
Abdulkadir Kavaklıgil’in şansı vardı, kurtuldu. Peki ya şansı olmayanlar? O yüzden mesele sadece iki öğrencinin şakası değil; sorumluluk kültürümüz, güvenlik önlemlerimiz ve hayatı ne kadar ciddiye aldığımız.
HALKIN SÖZÜ: Böyle şaka mı olur?