Bazı insanlar vardır, sahaya çıktıklarında sadece topu değil kalabalığın kalbini de sürükler. “Lefter: Bir Ordinaryüs Hikâyesi”ni izlerken içimde hep şu duygu dolaştı; bu memleket çok gürültü çıkarmayı bilir ama gerçek asaletin sesi hep hafif esen bir rüzgara benzer. İnsanı üşütmez, ürpertir. Lefter’in hikâyesi de işte öyle bir sesti.
Film bizi Büyükada’nın dar sokaklarından alıp Türkiye’nin karmaşık yüzyılının içine bırakıyor. Rum bir ailenin evinde büyüyen küçük bir çocuğun, farklılıkların birbirine yakın yaşadığı bir toplumun içinden çıkıp milyonların sevgilisi oluşunu izlerken, bu ülkenin ruhunun da bir türlü karar veremediğini fark ediyoruz. Bir yanımız incelik arar, öbür yanımız kavga ister. Lefter hep o incelikten yana oldu.
♦♦♦♦♦
Lefter Küçükandonyadis’i anlatmak, bu toprakların insanlığını anlatmaktır. Futbolun en keskin rekabetinde bile kalbini soğutmamış bir zarafetin hikayesidir.
Baba Hakkı ile sahnedeki karşılaşmalarında yüzündeki o çekingen saygı, sanki eski bir İstanbul terbiyesinin perde aralığından süzülen ışık gibi. Zamanın akışına direnmeye çalışan bir nezaket.
Metin Oktay ile yan yana geldiği sahnelerde ise başka bir zarafet beliriyor. Rekabetin kardeşliğe kayan tonu. Futbolun bir zamanlar bir oyun olduğunu, hasetin değil hünerin konuştuğunu hatırlatan bir samimiyet. Bugün baktığımızda futbolcuların çoğu kendileriyle kavgalı, tribünler de bir sabırsızlık anıtı gibi duruyor.
Filmin bu sahneleri, bize kaybettiğimiz bir şeyin yasını tutturuyor.
♦♦♦♦♦
Fenerbahçe sevgisi ise filmin omurgası. Lefter’in formayı tuttuğu her karede bir sadakat duygusu var. Büyükada’da doğmuş bir çocuğun, İstanbul’un kalabalığından geçip Kadıköy’ün sarı lacivertine sığındığını izliyorsunuz.
Fenerbahçe onun için hayatın karmaşıklığına karşı kurduğu bir düzen. Belki de bu yüzden tribünler onu yıllarca “Ordinaryüs” diye çağırdı. Bu ünvan profesörlükten değil, gönüllere yazılmaktan geliyor.
Lefter’in Fenerbahçe sevgisi yalnızca bir formaya bağlılık değil. Bir insanın kendini ait hissettiği yuvayı araması. Çok insan sever, az insan ait olur. Lefter aidiyetin sesini her attığı adımda taşıyanlardan. Sarı lacivertin içinde yürürken yüzündeki huzur, sanki Büyükada’nın rüzgarının Kadıköy’e taşınması gibi.
♦♦♦♦♦
Film, onun aşk hayatındaki fırtınaları da saklamıyor. Sevmekten yorulmayan ama sevildiğini anlamakta geç kalan bir adamın hikayesi çıkıyor karşımıza.
Aşkının inişli çıkışlı yolculuğu, bir futbolcunun şöhretle sınanan kalbini de gösteriyor. Hayat bazen en iyi pası atmanı ister, bazen de orta sahada oyunu soğutmanı. Lefter bazen oyunu soğutmayı becerememiş olabilir ama sevmenin hakkını hep vermiş.
Ve sonra 6-7 Eylül olayları... O karanlık, bu ülkenin içinden geçen en acı çatlaklardan biri. Film bu anları kör bir öfkeyle değil, Lefter’in gözünden anlatıyor.
Evine uzanan gölgeler, kapısının önüne düşen taşlar, yıllarca bu vatana hizmet etmiş bir insanın yalnızlığı. Lefter o günlerde sessiz kalmış bir çınar gibi duruyor. Kökleri hedef alınmış bir adam.
Bu ülke bazen kendi kahramanlarını incitmekte tuhaf bir ustalık gösterir. O sahneler izleyiciyi sertçe sarsıyor. Çünkü görülüyor ki tarihin bazı geceleri sadece azınlıkların değil, bu ülkenin vicdanının da üzerine çökmüş bir karanlık bırakmış.
♦♦♦♦♦
Lefter’in o gece yaşadıkları, aslında memleketin büyük bir sınavdan geçişiydi. Nasıl ki Kurtuluş Savaşı sonrası bu topraklar yeniden ayağa kalktıysa, 6-7 Eylül’ün ardından da toplum kendi hatasını fark etmeye mecbur kaldı. Film, bu olayları bir ders gibi değil, bir hafıza taşı gibi koyuyor izleyicinin önüne. Unutmanın verdiği rahatlığı bozan bir doğrulukla.
Tüm bunların içinde en çok dokunan şey, Lefter’in kimseye kırgın görünmemesi. Öfkeyi içine gömmüş, hayatına devam etmiş. Kırgınlığını bağırarak değil, zarafetini bozmadan taşımış. Belki de bir ülkenin ruhunu ayakta tutan şey bu. Büyük acıları büyük bir incelikle karşılamak. O incelik bizde çoğu zaman kayboldu ama Lefter gibi insanlar sayesinde unutulmadı.
♦♦♦♦♦
Film bittiğinde insanın içinde sakin bir ışık kalıyor. Ne parlak bir umut ne de acı bir hüzün. İkisinin arasında, insanı hayata bağlı tutan küçük bir sıcaklık. Sanki Büyükada’nın sabahında yürürken duyulan hafif bir esinti gibi.
“Lefter: Bir Ordinaryüs Hikâyesi” sadece bir futbolcuyu anlatmıyor. Bir insanın, bir toplumun vicdanını hatırlatıyor.
Bugünün futbol dünyasına baktığımızda rekabet artık bir güzellik yarışı değil. Daha çok kim daha fazla bağırırın savaşı. Topun ayağa değil öfkeye düştüğü bir dönem. Film, tam bu yüzden bize bir ayna tutuyor. O aynada kendi yüzümüzü değil, kaybettiğimiz bir zarafetin gölgesini görüyoruz. Türkiye’nin kırgınlıklarını, sevinçlerini, haksızlıklarını ve iyiliğe duyduğu özlemi taşıyan bir hafıza tüneli.
İzlerken şunu düşündüm; bu ülke bir gün gerçekten ortak bir ruh ararsa o ruhun sesi yüksek olmayacak. Hafif bir ada rüzgarı olacak. Sessiz, temiz ve güvenilir.
Lefter’in kalbinden çıkan o ışık bugün bile yolumuzu aydınlatıyorsa, sebebi çok basit. O ışık bir efsanenin değil, iyi bir insanın ışığıydı.
