Derbi gecesine dair hafızamda tek ışık olarak kalan o koreografiyle başlamalıyım. Gecenin zifiri karanlığını, tribün emekçilerinin nasırlı elleriyle işlediği o muazzam koreografi aydınlattı önce. Çünkü geri kalan her şey, sanki üstüne çöken o ağır sisin içinde kayboldu.
Haftalarca didinen tribün emekçileri, stadın göğsünü açıp içinden bir sanat eseri çıkarmış gibiydi. Anlamlıydı, güçlüydü, kaliteliydi. Belki de o koca stadyumda, futbolun "güzel" ve "oyun" olduğuna dair elimizde kalan tek kanıt, o birkaç dakikalık görsel şölendi. O emeğe baş eğmemek mümkün değil.
Aslında sahada sergilenen o kısır döngüyü, iki teknik adamın "kaybetmeme" üzerine inşa ettiği korku imparatorluğunu sabaha kadar anlatabilirim.
Hakem Yasin Kol’un, bir zamanların Cüneyt Çakır’ı olma hevesiyle çaldığı, nabza göre şerbet dağıtan o eyyam düdüklerini de...
Futbolcuların meşin yuvarlağı kovalamak yerine, tiyatro sahnelerine taş çıkartacak bir performansla birbirini ve hakemi kandırma yarışına girmesi, artık kanıksadığımız o vasatlık filminin Kadıköy seansından ibaretti.
♦♦♦♦♦
Ama hayır. Bugün size ofsayt çizgilerinden, hatalı paslardan ya da kaçan gollerden bahsedersem, maç bitiminde içime oturan o yumruya, kendi hissiyatıma ihanet etmiş olurum.
Benim asıl meselem, son düdükle birlikte sahayı bıçak gibi ikiye bölen o polis kordonu. Zihnimde, sahadaki krampon izlerinden çok daha derin yaralar açan o "utanç duvarı."
Dört tribünün önüne set çeken, sanki bir futbol sahasını değil de bir sınır hattını korurcasına çift sıra dizilen çevik kuvvet görüntüsü... Bu kare, ne bu topraklara ne de sporun o birleştirici ruhuna yakışıyor.
İşin en trajikomik, en "ağlanacak halimize gülüyoruz" kısmı ne biliyor musunuz? O etten duvarın, o kalkanların ardında; polislerin birbirinden korumaya çalıştığı futbolcuların birbirine sarılması, şakalaşması, hasret gidermesi.
♦♦♦♦♦
Sözüm elbet o emri tereddütsüz uygulayan memura değil, o emri veren, bizi bu paranoyaya mahkum eden zihniyete.
Trabzon’da can pazarı yaşanırken, futbolcular linç tehdidiyle burun buruna geldiğinde ortada görünmeyen o devlet otoritesi, İstanbul’da sanki bir gövde gösterisi yapıyor. Eğer futbolu sadece bir güvenlik sorunu olarak göreceksek, bırakın düdüğü de Sayın Emniyet Müdürü alsın eline, maçı o yönetsin.
♦♦♦♦♦
Yakışmıyor. Hiç yakışmıyor. Zaten ekonomik ve politik sıkıntılarla boğuşan toplumu bir de futbol sahalarında karşı karşıya getirmek ateşe benzin dökmekle aynı.
Elbette Emniyet bu uygulamaya kendi isteğiyle başlamadı herhalde. Birileri gerginliğin ekmeğini yiyor. Yöneticisi geriyor, teknik direktörü tahrik ediyor, futbolcusu da bu ortamdan nemalanıyor. Sahada olup biten şeyin adı yavaş yavaş futboldan çıkıp başka bir oyuna dönüşüyor. Bir çeşit ucuz gösteri.
Sonra da dönüp Yasin Kol neden böyle maç yönetti diye bağırıyorlar. Kendi kendimize soralım. Bu ortam Yasin Kol’dan fazlasını hak ediyor mu gerçekten? Bütün bu kaosun, bu tahrikin, bu gerilimin ortasında adaletli bir yönetim beklemek ne kadar gerçekçi?
Bana kalırsa Yasin Kol bile fazla. Çünkü sorun hakemde değil. Sorun, memleketin her alanına sinen kavga kültürünün tribünlere, sahaya, soyunma odasına kadar sızması. Biz birbirimize düştükçe futbol da ışığını kaybediyor.
♦♦♦♦♦
Futbolun ruhu, seyircinin coşkusuna, şehrin heyecanına, yeşil sahanın özgürlüğüne dayanır.
Araya duvarlar girince o ruh nefes alamıyor. Kavgayı önlemenin yolu duvar örmek değil, aklı güçlendirmek. Yoksa tribün de kaybeder, futbol da.
Bu ülkenin insanı sahanın ortasında polis hattı görmek zorunda değil. Birlikte sevinmeyi unuttuk belki ama birbirimizi düşman görmek zorunda da değiliz.
Bize düşen bir gerçeği hatırlamak. Ateşi harlayan varsa, söndürmek de mümkün. Yeter ki kimse futbolun üstüne perde çekmesin.