Fenerbahçe şakşakçıları

Fenerbahçe iki başkan arasında kalan bir çocuk gibi; herkes çekiştiriyor, kimse büyümesini istemiyor. ‘Şakşakçılar’ ise ateşe benzin döküyor. Bu sadece bir kulüp kavgası değil, Türk toplumunun aynası. Ancak en güçlü söz bazen söylenmeyendir; Sadettin Saran sessizliğiyle umut oluyor.

Yolun başında, Saracoğlu’ndan Divan Kurulu’na uzanan yolda, karanlık gözlüklü polislerin arasında ilerlerken, bir an kendimi işçi grevine gidiyormuş gibi hissettim.

Fakat polis sayısı, güvenliğin ötesinde bir “tedirginlik heykeli” gibi dizilmişti kaldırım kenarlarına. İçeri adım atınca, salonun dört bir yanını sarmış özel güvenliklerin bakışlarıyla karşılaştım. Bir camiada güvenlik duvarı ne kadar yükselirse, gönüller arasındaki mesafenin de o kadar açıldığını anladım. Sadece Fenerbahçelilerin olduğu bir salonda bu kadar çok güvenlik, ayrışmanın heykelini dikiyordu sanki.

Salona girdiğimde, kalabalığın yarattığı basınç iliklerime kadar işledi. Sandalye arayan gazeteciler, koridorlarda birbirine çarpa çarpa ilerliyor. Salonun en arka sol köşesinde Aziz Yıldırım ve kurmayları kümelenmiş.

Hani ilkokulda hep yaramazlar arka sırada olurdu ya, tam öyle. Yöneticiler sahneye çıktıkça, salonda ince bir uğultu yükseliyor. İmza süreci anlatılınca, uğultu bir anda fırtınaya dönüyor. O kadar çok ses var ki, insan kimin ne dediğini duymuyor. Ama esas mesele sözlerde değil, nefretin dozunda gizli.

♦♦♦♦♦

“Birlik ve beraberlik” ezberiyle büyütülmüş neslin çocukları, bugün, kavganın ve nefretin arka sıralarında saf tutmuş durumda.

Kimse Fenerbahçe’nin menfaatini savunmuyor; herkesin gözü, kendi iktidarının küçük sofrasında. Aziz Yıldırım efsane, Ali Koç’un Fenerbahçeliliği tartışılmaz. Fakat ikisinin de yanındaki “şakşakçılar”, insanı insan yapan o soylu amaçları, kendi basit çıkarları uğruna ‘meze’ etmeye yeminli.

Bir kimse sürekli şakşakçılar arasında yaşarsa, eninde sonunda kendi sesini duyamaz olur. Bu iki başkan, yanlarındaki alkışçı korosu ile birlikte, artık kendi yarattıkları canavara dönüşmüş gibiler.

Ali Koç konuşurken, Fenerbahçe Başkanlığı makamına öyle bir saygısızlık yapıldı ki, gözlerim gördüğüne inanmadı. Aynı durum Aziz Yıldırım için de geçerliydi.

İronik olan, bu saygısızlığı yapanların çoğu, görseniz ellerinden öpülecek yaşta, ağırbaşlı adamlar ve hanımefendiler. O kadar ki, basın mensuplarına saldıran, “çekmeyin” diye haykıran bir grup hanımefendi, gözlerimde Fenerbahçe’nin kaybolan zarafetinin simgesi oldu.

Nefret bir virüs gibi, en eğitimliyi de sarıyor. Sanki herkes, “Fenerbahçe benim!” diye bağırıyor, fakat kimse Fenerbahçe’nin ne halde olduğuna bakmıyor.

♦♦♦♦♦

Aziz Yıldırım konuştukça arka sırada alkış tufanı kopunca, sandım ki Fenerbahçe gol attı. Oysa farkında değiller, kendi kalelerine gol atıyorlar. Sahadaki gerçek sorunları konuşan yok. “Transferler nerede Ali Bey?” diyen çıkmadı. Aziz Yıldırım, “Bana loca vermediniz” diye sitem etti, “6-0 yapan başkanım” dedi. Zaman durmuş, takvim geçmişin içinde küflenmiş.

Öyle bir ortam vardı ki, Aziz Yıldırım sinirlenince Ali Koç hemen mikrofonun ona götürülmesini istedi. Sanki tartışmayı büyüterek karşısındakini kendi hanesine yazmaya çalışıyordu. Oysa eminim, baş başa bir masaya otursalar, ne bir tartışma olurdu, ne de bir kavga. Fakat ikisi de yanlarındaki alkışçıların gazına geliyor, sırlar, tehditler arasında Fenerbahçe’nin ruhu her geçen gün daha çok yaralanıyor.

‘Şakşakçılar’, ateşe benzin döküyor, iki başkanın özelde birbirlerine söyledikleri sırlar, sıkışınca tüm camianın önüne tehdit olarak seriliyor. Ben böyle bir toksik ilişki görmedim!. Hobbes, “İnsan insanın kurdudur” derken, belki de en iyi bu sahneyi anlatıyordu.

♦♦♦♦♦

Bu, yalnızca bir kulüp kavgası değil; Türk toplumunun aynası. Kutuplara ayrılmış, ortak aklı unutan, birbirinin zaaflarından beslenen bir toplumun küçük bir modeli.

İki liderin etrafındaki 'şakşakçılar’, toplumsal kutuplaşmanın tribün hali. Kendi doğrularının esiri olmuş herkes, karşısındakinin yanlışına sarılıyor. Hırs, aklı teslim almış.

Sosyolojinin temel yasasıdır; ayrışan toplumlarda, çatışmalar kişiselden kitlesele evrilir. Fenerbahçe salonunda, iki kutbun ortasında sıkışmış yüzlerce insan, içten içe “Yeter!” diyor.

Fenerbahçe, iki başkan arasında kalan bir çocuk gibi. Anne bir yana çekiştiriyor, baba öte yana. Çocuksa büyümüyor, hatta küçülüyor.

Herkes kendi haklılığının peşinde, ama kimse kulübün menfaati için kavga etmiyor. Artık barış çağrısı yapmak, gökyüzüne dilek feneri bırakmak kadar naif ve anlamsız.

Huylu huyundan vazgeçmiyor; bu camianın yegane kurtuluşu, bu iki başkanın yanında konuşanları susturup, kulübü kendi hırslarından kurtarmasında yatıyor.

♦♦♦♦♦

Ama salonun bir köşesinde bir sükût var. Sadettin Saran, sessizliğin gücüyle yükseliyor. O konuşmadı, konuşmadığı için konuşulan oldu. Çünkü bazen en güçlü söz, söylenmeyendir.

Camianın çoğu ikiye bölünmüş gibi görünüyor ama arada bir “bıkkınlar” kitlesi var. Bu kavgadan usanmış, yeni bir yol arayanlar.

Sadettin Saran’ın sakinliği, çölde bir vaha gibi, gölgesinde huzur arayanları kendine çekiyor. Belki seçimi kazanacak, belki kazanmayacak. Ama Fenerbahçelilerin gözünde yeni bir umut araladı.

Aziz Yıldırım’ın aday olmayacağını açıklaması ve Sadettin Saran’ı alkışlaması, bu devrin kapanmakta olduğunun işareti. Her yıkılış bir kurtuluştur. Fenerbahçe’nin kurtuluşu da, belki bu kavgadan, belki de bu kavganın dışındaki sessiz bir sesten gelecek.

♦♦♦♦♦

Şimdi soruyorum: Bu kayıkçı kavgasının sonunda kim kazanacak? Belki de hiç kimse. Çünkü kaybeden, yine Fenerbahçe olacak.

Eğer gerçekten seviyorsanız bu kulübü, önce birbirinizden, sonra şakşakçılardan kurtulun. Çünkü barış, bir masada değil, yüreklerde başlar.

Gerçek barış, kavganın bittiği yerde değil, insanların bir araya gelebildiği yerdedir. Yoksa, bu hikaye daha çok can yakar. Çünkü bazen, kayıkçı kavgasının sonunda kayık batar.

SON DAKİKA HABERLERİ

Alican Özcan Diğer Yazıları