Kadıköy'de kolektif vecd

Mourinho, ilk maçtaki yenilgiden sonra “Cehenneme hoş geldiniz” dedi, kulak zarını yırtan bir fısıltıyla. Maçtan bir saat önce tribünler, İstanbul’un kırmızı bir akşamüstüne çevirdiği dev bir dökümhane gibiydi: her tezahürat bir körük, her ıslık bir çekiç. Mourinho'nun sözleri sadece rakibe mesaj değildi; Fenerbahçe taraftarına da bir hatırlatmaydı: “Siz bu işin asıl mimarısınız.”

Maç başlamadan bir saat önce tribünler dolmuştu. Bir kentin kalbi, bir mabedin duvarlarına vuruyordu. Tribün alev gibiydi ama Fenerbahçe sahada kibritini henüz çakmamıştı. Fenerbahçe, üçlü düzenin planlı hücumunu 25. dakikaya kadar doğuramadı. O ana dek top, sanki kafasında bin soru işareti olan bir öğrencinin ellerindeydi; nereye gideceğini bilmiyor, sadece vakit öldürüyordu.

Mert, sağ bek köşesine çekildi; Semedo, ceza sahasının iç koridoruna, “Ben buradayım” diye bağıran o koşuyu yaptı. Duran vurdu, kaleci tokadıyla gecenin senaryosunu bozdu.

O sırada sol kanatta Archie... Adımlarını kilitleyen görünmez bir zincirle boğuşuyordu; tedirginlik, topa değil, kendine temas eden bir gölgeydi. Bir futbolcudan çok, sırtında zincirlerle koşmaya çalışan bir mahkum gibiydi. İlk bölümde, Kadıköy onu bağrına değil, sorgu sandalyesine oturtmuştu.

♦♦♦♦♦

İptal edilen golden sonra iş değişti. Fenerbahçe, taraftarının coşkusunu cebine koydu, Mourinho’nun o meşhur “Kadıköy Cehennemi” söylemi, tribünlerden sahaya inen lavlar gibi işlemeye başladı.

Ama hakem Kovacs, bariz bir elle oynamayı görmezden gelince, ardından İrfan Can da mantığını bir anlığına tatil edince, talihin kara eli sahneye çıktı. Duran toplardaki zaaf, bu kulübün tarih kitabında ayrı bir bölüm ister. Gol geldi; ama ilginçtir, tribünler susmadı, takımın omuzları düşmedi. Belki de bu, en önemli goldü: Yenen değil, yenilmeyen gol.

Kader, bazen ilk sahnede sendeleyen oyuncuya ikinci perdede başrol veriyor. Archie’nin kafası, ilk bölümdeki ürküntüyü sildi; Nesyri ile Duran’ın işbirliği, göğün üzerine çöken kurşuni bulutları dağıttı. Devre arası gelmeden saha, umutla yıkanmış bir betona döndü: sert, sağlam, dayanıklı.

İkinci yarı aynı hararetle başladı; üçüncü gol, Archie’nin inadının ve “eskisi gibi değil” dedirten Fred’in bir anlık netliğinin ortak yapımıydı. Futbol, bazen bir adamın titreyen bileğinden, bir diğerinin sakince aldığı nefese muhtaçtır; o an öyleydi.

♦♦♦♦♦

Sonra oyunun ritmi değişti. Duran çıktı, Talisca girdi; rüzgâr, sahaya çaprazdan vurmaya başladı. Skoru koruma içgüdüsü, Fenerbahçe’yi birkaç adım geri itti. Feyenoord, yaslanan kapıları tek tek yokladı. Mourinho’nun kenarda bekleyişi, uzatmaya dair sessiz bir ihtiyat gibiydi. Fakat top, sabırsız bir çocuk gibi kapıya tekme atıyordu.

Ardından Archie, gecenin temposunu kendi ayağından açtı; çizgiyi yalayıp giden depar, En Nesyri’ye “al da at” diyen bir merhametti. Stattan bir “oh” yükseldi; ama Kadıköy’ün yazılı olmayan kuralı devreye girdi: burada maç sonu rahat izlenmez. Dördüncü golün sevinci henüz omuzlardan inmeden gelen Feyenoord golü, dakikaları ince bir işkenceye çevirdi. Futbol, o anda, saat ibresinin bilerek yavaşlatıldığı bir tiyatroya döndü.

Ve Talisca. Kamp görmemiş bedeni, ritmi yakalayamayan ayağı, her topu ezmeye meyyal haliyle tribünde homurtuyu çağıran isim. Bazen bir oyuncu, gecenin zıpçıktı şairidir: şiiri bozabilir, ama tek bir dizeyle geceyi kurtarır. Talisca’nın vurduğu o cümle, fişi çekti. Rotterdam’daki ilk 40 dakikayı bir kenara koyarsak; bu turun doğal favorisi olan Fenerbahçe, kağıt üzerindeki hakkını sahaya damga diye vurdu.

♦♦♦♦♦

Şimdi tribüne borçlu bir paragraf... "Kolektif vecd” diye bir kavram vardır; insan kalabalığının kendini aşan bir ritimle aynı ruha bağlanması. Kadıköy dün gece tam da buydu.

İstanbul’un sabah trafiğinde sıkışan, mesai çıkışında vapurda birbirine omuz veren, asgari ücretle kira hesabı yapan, üniversite kantininde çayla doymaya çalışan kitle. Kadıköy’de kolay kolay yan yana gelmeyen hayatlar, aynı şarkının nakaratında buluştu.

Sanayici, öğrenci, motor kurye, gurbetçi... Aynı anda ayağa kalktı; aynı anda itiraz etti; aynı anda sevindi. Futbol burada sadece bir oyun değil; aynanın karşısına geçen toplum. İsyanın ritmi, dayanışmanın sesi.

Her pozisyonda yükselen uğultu, adaletsizliğe verilen toplu tepki, ikinci golde stadın yerinden oynadığı o titreme... Bunlar yalnızca futbol değil, bir şehrin kendini hatırlayışı. İşsizlik, kira, gündelik telaş... Hepsi kapının dışında kaldı. İçeride, sarı-lacivert bir kimlik yeniden yazıldı. Şehirlerin hafızası vardır; semtlerin de vicdanı. Kadıköy, bu hafıza ve vicdanın kesişim kümesidir. Rakiplere cehennem yaşatmak, aslında kendi ateşinde çeliği yeniden dövmektir.

♦♦♦♦♦

Ve gerçekçilik: büyülü gecelerin ertesi sabahı ayık kafa ister. Mourinho’nun kurmak istediği oyunun mekanizmasına birkaç dişli daha gerek. Duran toplardaki zafiyet, büyük hedeflerin küçük delikleri; su oradan sızar.

Orta blokta karar hızı, kenar rotasyonunda süreklilik, üçlünün iç koridorunu zamanında işleme… Bunlar yalnızca taktik başlık değil; sezonun sosyolojisi. Çünkü bu şehir, umutla hayal arasında ince bir çizgide yürümeye alışık. Mourinho bir cümle söyledi; Kadıköy o cümleyi hayata çevirdi. Cehennem dedikleri yer, doğru insanlarla bir cennete de dönüşebilir. Fenerbahçe, gecenin bir yerinde bunu hatırlattı.

Benfica eşleşmesi, komşuya çay içmeye gitmek değil; dikenli telin üstünden koşarak geçmek. Benfica ile eşleşme kolay geçmeyecek; ama Fenerbahçe, elense bile umudu diri tutmak istiyorsa, eksikleri bugün kapatmalı. Tribün, umudu finanse eder; yönetim, kadroyu. Futbolun ekonomisi, duygunun muhasebesini er ya da geç ister.

Fenerbahçe Feyenoord
SON DAKİKA HABERLERİ

Alican Özcan Diğer Yazıları