Bir çınarın altında oturmuşsun gibi düşün. Hani rüzgar uğulduyor, sonbahar çoktan gelmiş, yapraklar sararmış. Eline düşen her yaprak bir umut. Birini tutuyorsun: Şampiyonluk. Ama rüzgar gülüyor sana. “Geç kaldın” diyor. Tıpkı Fenerbahçe gibi.
Hatay’da top yuvarlandı, Fenerbahçe yenildi. Millet delirdi.
Sahi, neyin kavgası bu?
Bitmiş bir ligin sonunda, çürümüş bir yapının ortasında, bavulunu toplamış futbolculara kızıyoruz. Gol attığı için ıslıklanan adamdan ruh, hırs, mücadele bekliyoruz. Hangi vicdanla? Hangi akılla?
Başkan koltukta tutunmaya çalışıyor, Mourinho valizle tahta arasında. Takım desen, yarı yarıya ayrılmış bile. Oynamayan değil, oynayan garip bu ortamda. Kimse hikayenin sonunu okumadan yazarına küfrediyor. Halbuki bu roman çoktan bitmişti.
♦♦♦♦♦
Mourinho'nun kadrosunu tartışıyoruz. Yerli futbolcuya mesafeli davrandı. Belki de anlamadı onları. Belki anlamak istemedi. Kendini dışa vurdu ama içeri giremedi.
Oynatmadığı yerli futbolcular üzerinden vatan kurtarıyoruz. Oysa mesele o değil. Adam ne yaptıysa Avrupa usulü yaptı, ama burası Avrupa değil. Burası Türkiye. Buranın futbolu beton üstüne dikilmiş cami gibi. Ne estetik var, ne ses düzgün çıkıyor.
Yönetim, “bizi şampiyon yapmazlar” hikayesine sarıldı. Mourinho da bu ağızdan su içti. Sığındı, çünkü başka limanı yoktu. Türk usulü imdat kolu. Herkes kullanıyor, o da eksik kalmadı.
Ama suç kimde? Dünyanın en iyi hocasını getiriyorsun, sonra onun eline kağıda yazılmış bahaneleri tutuşturuyorsun. Yetmiyor, adamı halk düşmanı ilan ediyorsun. Ne kadar kolay değil mi?
♦♦♦♦♦
Adam 62 yaşında. Futbolun Everest'inde kamp kurmuş. Muhabire çıkıştı, evet. Bize yukarıdan baktı, doğru. Kibirliymiş. Evet. Egoluymuş. Doğru. Ama söyledikleri yalan mı?
Türk futbolunun batak olduğunu söylüyor. Ve evet, bu doğru. Kızmamız gereken o değil, bu hale düşmek olmalıydı.
Ama biz ne yapıyoruz? Aynaya bakınca tükürüyoruz. Aynayı değil, gösterdiği sureti suçluyoruz.
Fatih Terim zamanında söylemişti: “Hele bir Yugoslav'dan hiç hak etmedim.” Aynı mantık. Şimdi de Portekizli geldi, suratımıza tükürdü. Bizim mesele, aşağılanmak değil. Aşağılandığımızı başkasının ağzından duymak.
Sorun şu: Kendimizi rezil edebiliriz, ama başkası edince zorumuza gidiyor.
Mourinho’yu susturalım. Türk futbolundan çekelim. Ne kalıyor elimizde?
Soyunma odasına hakem kilitleyen federasyon başkanı.
Sahada dayak yiyen kulüp başkanı.
Bahis, borsa, yasa dışı işlere bulaştığı iddiasıyla sezonu bitiren bir şampiyon.
♦♦♦♦♦
Ve medya...
Bir hakeme “Karını bile satarsın” diyen yorumcu. Ahlaksızlığı eğlence diye pazarlayan ekran palyaçoları. Güdümlü muhabirler. Patronun emriyle haber yapan gazeteciler. Taraftarı değil, efendilerini memnun etmeye çalışanlar.
Ve yöneticiler...
Sabah küfreden, akşam sarmaş dolaş olan adamlar. Başarısızlığı teknik direktöre yıkan, düşman uydurup kahramanlık taslayanlar. Sporun zerresine inanmayan, ama tribünlere oynayan sahte aktörler.
Şimdi dön, aynaya bak. Orada gördüğün, Mourinho değil. Sensin. Ve kendine bakarken kızmak istiyorsan, buyur. Ama faturayı doğru kişiye kes. Çünkü bu hikayede suçlu Mourinho değil. Suçlu, yalanlarla kendini avutan biziz.
Belki de Mourinho gitmemeli.
Belki biz gitmeliyiz.
Ama önce, bir aynaya bakmalıyız.
Ve sormak gerek:
Aynadaki o kirli surat kimin?
Mourinho’nun mu, yoksa bizim mi?