Bazı insanlar vardır; yalnız bir dönemi değil, bir milletin kaderini değiştirir. Ulu Önder Atatürk, işte o insanlardan biridir. Savaşın karanlığından sadece toprakları değil, zihinleri de özgürleştirmeyi seçti. En çok da kadınıyla erkeğiyle birlikte yükselen bir millet hayal etti.

Birazdan ülkemizde ve dünyada başarılar elde etmiş bazı Türk bilim kadınlarının hikayelerini okuyacaksınız. Ama önce, hatırlamamız gerekenler var.

“Kadınlarını geride bırakan toplumlar, geride kalmaya mahkûmdur.” diyen Atatürk Cumhuriyet’in ilk ışıkları yanarken, kadınları sadece alkışlayan değil; düşünen, üreten, yöneten bireyler olarak görmek istedi.

Henüz 1934 yılında Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındığında, dünyanın pek çok ülkesi bu düşünceye henüz cesaret edememişti. Bu sadece bir yasa değil, bir devrimdi.

Bugün her okuyan, düşünen, üreten Türk kadını, büyük vizyonun yaşayan bir yansımasıdır.

Ve biliyoruz ki dünyanın bilime, bilimin kadınlara ihtiyacı var.

Bu anlayışla, uluslararası bir kozmetik markası ile UNESCO Türkiye Millî Komisyonu’nun iş birliğiyle yürütülen; bu yıl 23. yılına ulaşan “Bilim Kadınları İçin” Programı, kız çocuklarına “Sen de yapabilirsin!” diyor.

Bugüne kadar ülkemizde 128 bilim kadını bu programla ödül aldı. Bu yıl ise dört kişi ödüle layık görüldü:

Boğaziçi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Banu İyisan, meme kanseri için akıllı hibrit nanoilaç sistemleri geliştiriyor.

Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi’nden Dr. Dilara Nemutlu Samur, Parkinson hastalığının erken teşhisine katkı sunuyor.

Sabancı Üniversitesi’nden Dr. Duygu Kuzuoğlu Öztürk, prostat kanserinde alternatif tedavi yöntemleri üzerinde çalışıyor.

ODTÜ’den Doç. Dr. Sevinç Figen Öktem Seven ise yapay zekâ ile düşük maliyetli, taşınabilir hiperspektral görüntüleme sistemleri geliştiriyor.

Ayrıca, hikâyelerin derlendiği özel bir kitap hazırlandı. Tüm gelir dezavantajlı bölgelerde okuyan kız çocuklarının eğitimi için harcanacak.

“Yeni Bilim Kadınları Yetiştirmeliyiz”

L’Oréal Türkiye Kurumsal İlişkiler Direktörü İrem Karaoda Tanrıkulu, projenin amacını şöyle özetliyor:

“Çalışmalara Doğu Anadolu’dan katılan hiçbir bilim kadını olmadığı için bu defa oraya odaklandık. Yetiştirmeliyiz dedik.”

Çünkü, ne yazık ki kadınların bilime katılımı hâlâ dünya genelinde çok düşük. Örneğin, bilimde Nobel Ödülü alan kadınların oranı sadece %3. Üstelik literatürde bu durumu anlatan bir kavram var: “Sızdıran boru sorunu.”

Kadınlar akademik eğitime erkeklerden daha yüksek oranda başlıyor ama doçentlik, profesörlük aşamasına gelindiğinde bu oran hızla düşüyor. Sosyolojik nedenleri var elbette ve günün sonunda coğrafya kader oluyor.

“Bilim adamlarının yaptığı projeler kadınlara göre daha çok fonlanıyor. Biz kadınları fonlayarak fırsat yaratmak istiyoruz.” diyor Tanrıkulu.

“Erkek Egemen Bir Akademik Camiadayız”

Bu sözler ise Prof. Dr. Meral Yüksel’e ait. Biyokimya alanında çalışan Yüksel, uzun yıllar Avrupa’da eğitim alıp yurda döndü. Menopoz döneminde böbrek sağlığı üzerine yaptığı çalışmalarla 21 yıl önce genç yetenek ödülünü aldı, bugün ise profesör olarak rehberlik ediyor:

“Hiç kuşkusuz erkek egemen camiadayız. Mesela maaşlarımız bile erkeklerden düşük. Bunu yetiştirdiğimiz kız çocukları kıracak.”

“Bir Meraktan Başlayan 14 Yıllık Mücadele”

Bir diğer başarı hikâyesi Prof. Dr. Figen Cabadak’tan geliyor. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde lösemi hücreleri üzerine yaptığı araştırmalarla bilime katkı sunuyor:

“Lösemi hücre soyundaki reseptörlerin kan hücrelerinde olmadığı konuşuluyordu, hiç gösterilmemişti. Önce onu merak ettim. Dokuda da çalıştık, safra kesesinde de çalıştık.”

14 yıl süren bu çalışmalar, dünyanın saygın tıp dergilerinde de yayımlandı.

“Bu reseptörlerin varlığının gösterilmesi önemliydi. İlaç hedefli tedavi için bir basamak oldu.”

“Bilim İnsanının Yüzü Değişiyor”

Yurt dışında eğitim alıp ülkesine dönerek laboratuvar kuran bir diğer isim, Dr. Duygu Kuzuoğlu Öztürk. Prostat kanseri üzerine çalışıyor. Beş kişilik ekibinin dördü kadın.

“Bilim insanının yüzünün değiştiğini göstermek istiyoruz. Kız çocukları ‘Bu kadınlar yapıyorsa, ben de yapabilirim’ diyebilsin,” diyor ve çalışmalarına dikkat çekiyor:

“Yeni tedavi geliştiriyoruz. Direnç gösteren hücrelerde, proteinlere bağlı üretimi durdurarak kanserin gelişiminin önüne geçmeye çalışıyoruz. İlaç umuyorum ki bulunacak.”

Yol uzun…

“Çok emek, çok tutku istiyor. Kendimi mağarada gibi hissediyorum; her yer karanlık ama bir ışık tutulması önemli.”

Bugün bilim dünyasında adım adım yükselen bu kadınlar, sadece kendi başarı hikâyelerini yazmıyor; bilimin cinsiyetini değiştiren bir devrimi de sessizce sürdürüyorlar.

Onlar hem Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller hayaline hem de bilimin evrensel ruhuna en güzel cevabı veriyor: Kadın varsa, gelecek var.